Görüş Bildir

Dünyanın En Müslüman Ülkesi

Geçenlerde gazetelerde bir haber: “İslâm dünyasını utandıran liste!” Haber şöyle başlıyordu: “‘İslâmîlik’ endeksinin 2018 raporu, müslüman coğrafyanın en acı fotoğrafını çekti. İslâm’ın öngördüğü kabul edilen ahlâkî ve toplumsal ilkeler baz alınarak hazırlanan ve ülkelerin, hukuk, ekonomi, uluslararası ilişkiler, siyasî ve insanî haklar başlıklarında değerlendirildiği listede ilk 44’e hiçbir müslüman ülke giremedi.”

Listede Türkiye 95. sırada. Endekse göre dünyada en “İslâmî” olan ilk beş ülke sırasıyla Yeni Zelanda, İsveç, Hollanda, İzlanda, İsviçre imiş.

“Acaba biz kanlı uykularda iken küfür beldeleri hidayete mi erdiler?” diye boşuna sormayın.

Bu endeksi hazırlayanların ve endeksi bu şekilde haber yapanların dinimizi anlamadıkları açık. Dinimiz “iman”a dayanıyor. İman inananlar için “olsa da olur olmasa da” denilecek bir aksesuar değil. Varlığı ve yokluğu belirleyen en önemli nimet. O yüzden birilerinin veya bazı ülkelerin hangi özellikleri olursa olsun, temel olan imana sahip olmaması her şeyi belirler. İslâm hayatın tamamını kuşattığı için onu bir endekse sıkıştırmak, bir anketle ölçmek pek mümkün değil.

Endeksi geliştirenler, İran kökenli iki ekonomist. Merak edip, ikisinin bu endeksi ilk tanımladıkları “bilimsel” makaleyi okudum. Bir “bilimsel” dergide yayınlanmış. Endeks, Batılı ekonomi teorilerinin kullanıldığı ve hepsi aynı felsefeye dayanan onlarca istatistikten oluşuyor. Göstergeler arasında toplumsal cinsiyet, emek piyasası, eğitim eşitliği, şeffaflık ve sorumluluk, makro ekonomik göstergeler, siyasî istikrar, hukuk devleti ilkelerine uygunluk, yolsuzluk, yargı bağımsızlığı gibi bir sürü gösterge var. Daha ayrıntıya girip sizi yormayayım. Bu göstergeler ne kadar “İslâmî” ve kendi başına ne kadar tutarlı, tabii soran yok. Bu endekste kullanılan her veri Batılı kafaya göre “başarı” addedilen veriler. “Kalkınma” dediğinizde Batılı’ya göre kalkınma anlaşılıyor. Piyasa, özgürlük, teşebbüs de öyle.

Ölçün ne?

Bu gibi istatistiklere dikkat ediniz. Çünkü neyi ölçü alırsan, her şeyi o ölçüye göre ölçersin. Kırmızı camlı gözlük takarsan her şeyi kırmızı görürsün. İnç gösteren bir alet alırsan her şeyi inç cinsinden ölçersin. Metre cinsinden ölçen bir mezro alırsan her şeyi santimetre, metre diye ölçersin. Terazin kilo ile tartıyorsa kilo ile, okka ile tartıyorsa okka ile ölçersin. Böyle binlerce ölçü tarzı var. O yüzden bu endeks gibi ölçülere “bunlar gerçekten ölçü mü, ölçü ise hak ölçü mü” diye bakarak karar vermeliyiz.

Her endeks, sonsuz sayıdaki olguyu sonlu ve sınırlı bir çerçeve içine alıp, söylemek istediğini bilimsel, dolayısıyla “makul”, “makbul” ve “muteber” göstermeye çalışır. Bilimsel araştırmalarda makullüğü, makbullüğü ve muteberliği belirleyen, iman ve tevhid ölçüsü değildir. Batı’nın seküler ölçüleridir. Batı “gücün dini”ne yaslanır, “dinin gücü”ne değil. Bilim de bu yönüyle hem bir din hem de bir güç alanıdır. Onun için gücü sadece devlet başkanlarının söylemleri, parti propagandaları, sandık sonuçları, eldeki silah, uçak, asker sayısı, millî gelir büyüklüğü olarak anlamayalım. Bütün bu saydıklarımızı belirleyen ve onların yön verdiği bilimsel söylem, aynen siyasî söylem gibi bir güç aracıdır.

Bilim dünyasında da siyasette olduğu gibi “Gücün kadar konuş!” kuralı hakimdir. Yani bilim de iktidar ve sermaye sahiplerinin yönettiği bir yapıdır. Bunu bilince, “bilimsel” yayınlar hakkında ihtiyatlı yaklaşmak daha doğru olur. Tıptan sosyal bilimlere kadar bilimsel söylem, siyasî söylem ile paralel bir şekilde Amerika ve Avrupa’daki siyasî, ticarî ve kültürel çıkarlara göre şekillenir. Bu söylem her on yılda bir değişir. Mesela dünyaya pompalanan “bilimsel söylem” 1960’larda “ulus devletçilik”, 1970’lerde “çok kültürlülük”, 1980’lerde “küreselleşme”, 1990’larda “katılım”, 2000’lerde “farklılık”, 2010’larda ise “farkındalık” şeklinde moda oldu. Bu anahtar kavramları kullanan makalelerin ve kitapların “bilim” mührü taşıması ihtimali daha yüksektir. Dönemin moda kavramları değişir ama ardında gizlediği acı ve vahşi gerçek değişmez. O da çıkar, aldatma, soygun ve zulümdür.

Ortalamayla gizlenenler

Endeks dediğimiz şey istatistik bilimine dayanır. İstatistik ise yanıltma ve yalanın güçlü bir aracıdır. Çünkü size farklılığı değil ayniliği dayatır. Bu hususta hidayete erip Abdülvahid Yahya ismini almış Fransız düşünür Rene Guenon’un dilimize Niceliğin Egemenliği başlığıyla çevrilen kitabını okumanızı salık veririm. Mesela bu İslâmîlik Endeksi’nde kullanılan “kişi başına düşen gelir” rakamları genel zenginliği yüksek olan Batılı ülkelerde bile size gerçeği göstermez. Sanki orada herkes bu ortalama rakamları alıyormuş gibi bir his verir. Kaldı ki “kişi başına” diye çevirdiğimiz tabir, aslında “per capita”dır ki “kelle başına” demektir.

Evet; istatistik kelleye bakar, kişisel özelliklerinize, aklınıza ve kalbinize bakmaz. Farkınızı, insanlığınızı hiçe sayar. İstatistikî her araştırma; tasarımı, yöntemi, veri toplanması, tasnifi, analizi ve ilan edilmesi aşamalarında manipülasyona açıktır. İktidarlar kendi aleyhlerine olan şeyleri halktan gizlemek için istatistiklerle oynarlar. Kişilerin, ülkelerin, devletlerin belirli endekslerin üst sıralarında yer almak için yaptıkları sahtekârlıklar çoktur. Hatta Yunanistan’ın iflas bayrağı çekmesinin altında da istatistik sahtekârlığı vardır.

Bir de bu araştırmalara yansıyan şaşkınlıklar var. Mesela Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’de uzun süredir yapılan Değerler Araştırması’nın benzerini bazı akademisyenler 1990’larda bizde de yapmışlardı. Bizdeki ankette insanların dindarlığını ölçmek için şöyle bir soru sorulmuş: “Haftada kaç kere camiye gidersiniz?” Siz de biliyorsunuz, İslâm’da ibadet sadece camide yapılmaz. Yani bir insan bir sebeple camiye gidemezse de beş vakit namazı evinde ya da istediği herhangi bir yerde kılabilir. Belli ki bu soru ABD’deki anketten bire bir tercüme edilmiş. Çünkü bir hıristiyanın her pazar kiliseye gitmesi, o dinde bir dindarlık ölçütüdür. Ama bir müslümanın haftada kaç kere camiye gittiğiyle dindarlığı ölçülemez.

Benzeri bir şaşkınlığı bundan on sene kadar evvel yapılan bir dindarlık araştırmasında da gördüm. Güya gençlerin dine bakışlarını ölçmek için yapılan bir araştırma... Bunu yapan akademisyenlere dedim ki: “Dindarlığı ölçmek için milyonlarca soru sorulan bir anket hazırlamanız gerekir. Çünkü İslâm’da dindarlık, aslında daha doğru bir tabirle takva, sadece birkaç ibadeti yapmakla ölçülemez. Namaz kılan adam yalan söylüyorsa dindar sayılamaz. Veya oruç tutan birisi rüşvet alıyorsa aynı şekilde... Ya da hacca giden birisi zekât vermiyorsa...” Bu tür “bilimsel” tutarsızlıklar küçük görülecek bir şey değil. Ben ciddiye alırım. Çünkü bunlar dinimize uzak kalmamızın, kendimizi kaybetmemizin acı örnekleridir.

Benzerlik-farklılık

Bahsettiğim İslâmîlik endeksi piyasadaki tek saçma örnek değil. Hayatım boyunca bunun gibi yüzlerce makale, kitap, rapor, tez, uluslararası resmî metin okudum, konuşma dinledim. Hepsinin başlığında şu tür ikilemeler vardı: İslâm ve serbest piyasa, İslâm ve çevrecilik, İslâm ve işçi hakları, İslâm ve kadın hakları, İslâm ve sosyal barış, İslâm ve demokrasi, İslâm ve sosyalizm, İslâm ve estetik, İslâm ve bilim, İslâm ve düşünce, İslâm ve hak ve özgürlükler, İslâm ve yönetişim... Daha sayamıyorum, o kadar fazla ki!..

Dikkat ederseniz bu ikilemelerin ilk kelimeleri hep “İslâm”dır, yani “biz”dir. İkincileri Batılı sistemlerin ürettiği ve her on senede bir yeniledikleri moda kavramlardır. Nitekim bahsettiğim makaleyi yazanlar da 1990’larda Batı’nın moda yaptığı “yönetişim” kavramını esas aldıklarını söylüyorlar. Modaya uymuşlar yani. Zaten bu makalelerin, kitapların, konuşmaların, raporların, karar taslaklarının, sempozyum özetlerinin asıl derdi “kendi dinimi nasıl daha iyi yaşarım”, “nasıl Allah’a layık bir kul olurum?”, “Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e layık ümmet nasıl olurum?” değildir. Sorun, her zaman Batı’ya, güne uymak, uymayan yönleri de uydurmaktır.

İki asırdır Batı ile yatıp kalkmamıza, fakirlerimizin vergi paralarıyla Batı’ya milyonlarca talebe göndermemize, üniversitelerimizde kendi dilimizi bırakıp Batılı dillerle eğitim vermemize rağmen hâlâ kişiliksiz, silik ve en önemlisi adam olamadığımızın sebebi budur: Kendisi olamayan başkasından da bir şey alamaz. Kendisini merkeze koymayan başkasının uydusu olur. Üniversitede, devlette, siyasette, sanatta; her yerde bu kişiliksizlikten daha beter bir şey yok. O yüzden sanattan siyasete hemen her konuda anlatmaya çalıştığım nokta hep aynı: “Biz kendimiz değiliz, kompleksi bırakalım artık!”

İki asırdır müslümanların kafası var ama aslında o kafanın içi bizim değil. Kafa dediğime bakmayın, ben kalbin kafasından, kalbin aklından bahsediyorum. Çünkü müslümanların kafası da aklı da bilimi de sanatı da “kalp” işidir, yani iman eseridir. Müslümanların farkı, benzemezliği, biricikliği buradadır. Bu biriciklik, o iman kökünden bambaşka bir mantık, anlayış, düşünce, iş ve hayat yeşertir. Yüzeysel seviyede benzemeleri, aynilikleri, türdeşlikleri aslî seviyede benzemez yapan budur. Senin de şirketin olur, budistin de, ateistin de, hıristiyanın da... Senin de bağış usullerin vardır; vakıf gibi, sadaka gibi, zekât gibi; onların da... Sende de vergi vardır, onlarda da... Senin de soyut düşüncen vardır, onların da... Senin de toplum tasavvurun vardır, onların da... Ama bu yüzeysel türdeşliğin derininde müslümanın bir başkalığı, özgeliği, özgünlüğü, biricikliği vardır. Çünkü iman asla küfre benzemez.

Bizde de var!

Biz bu temel gerçeğin farkında değiliz. İki asırdan beri Batı’ya ne kadar benzediğimizi veya benzemediğimizi isbatlamaya çalışıyoruz. Bundan iki asır evvel bir benzerlik dili kuruldu. “Bizim Batı’dan neyimiz eksik ki” psikolojisiyle sanattan siyasete, düşünceden bilime kadar müslümanın biricik yönleri Batı’ya benzetilmeye çalışıldı. “Batı’da parlamento varsa bizde de şûra var,” “Batı’da sendikacılık varsa, bizde lonca var,” “Batı’da anayasa varsa bizde Kur’an var,” “Batı’da kadın hakları varsa, valla bizde de var” türünden cümleler neredeyse atasözü haline geldi. Halbuki Batı’daki kavramların kökü de, özü de, hedefi de bambaşkadır. İmandan uzaktır, küfre dayanır. Mesela parlamentonun şûra ile yüzeysel benzerliği dışında bir ilgisi yoktur. Bir yanda iyi insanlar kadar kötü insanların da oy vererek seçtiği ve ahlâkî özellikler taşıması gerekmeyen parlamenterler vardır. Diğer yanda ise fıkıhta ilim, ahlâk ve liyakat sahibi olmak şartlarıyla tanımlı şûra...

Bu muadiliyet kompleksine Cumhuriyet ile birlikte teslimiyet kompleksi eklendi. “Batı ve biz” ikiliği resmen ve taammüden tasfiye edildi. Okullardan alfabeye, kullandığımız kelimelerden giydiğimiz başlığa kadar her şeyde Batı’ya “benzeme” yerine Batı’nın “aynısı olma” kompleksi ikame edildi. Ancak böylece adam olabileceğimiz kafası hakim oldu.

Bu iki kompleks ile iç içe yaşamaya devam ederken, 1970’lerden itibaren “İslâmcılar” ortaya çıktı. Onlar ise Batı’ya mutlak benzemezliği öne çıkardı. “İslâm” ve “İslâmî” sıfatları bu kompleksi örtmek için kullanılmaya başlandı. “İslâmî” düşünce, ideoloji, devlet, piyasa, gösteri, hareket, parti, cemiyet, sanat, felsefe vb...

Benzeme ve benzememe kompleksi eş zamanlı, aynı argümanlarla, ayet ve hadis destekli şekilde zıt yönlere çalıştı. Ama sonuç yine hüsran oldu. Benzeme takıntısı olan da, benzememe takıntısı olan da bir türlü kendisi olamadı. Çünkü “kendimiz” dediğimizi iman üzerinden ifade etmiyoruz. Zaten bizim en az farkında olduğumuz ve en az özen gösterdiğimiz şey iman. İmana önem vermeyince eğitimimiz, kariyerimiz, gücümüz, makamımız, servetimiz oluyor ama kendimiz olamıyoruz.

Aslında çare açık. Dünyada da ukbada da kurtuluşun yolu belli. Çare imanımızda, kulluğumuzda. Hayata, Doğu’ya, Batı’ya, mekâna, düşünceye, sanata hep imanımızın ekseninden bakmakta.



Semerkand Dergi Logo