Görüş Bildir

G Kuşağı

Ruh hastası Batı’nın yeryüzündeki her meseleye isim bulma krizinden doğum tarihlerimiz de nasibini aldı çok şükür! Bu adamlar insanları ve insana dair ne varsa hepsini yalnızca bir istatistik veri olarak gördükleri için, olan biteni kategorize etmeye bayılırlar. Malumunuz, şimdilerde de bizi X-Y-Z kuşağı olarak sınıflara ayırdılar. Harflerinde de meymenet olsa bari!.. Sizin kuşak dediğiniz harfin bizim alfabemizde bile yeri yok arkadaş, doğum tarihimizde ne işi var?

Neyse, mesele bu değil. Mesele bunların “Z Kuşağı” dedikleri nesle izninizle benim yapacağım reddiye. Bana göre 2000 ve sonrasında doğan yavrulara ille de bir kuşak ismi verilecekse, “G Kuşağı” olmalı!

Böyle yazınca gökkuşağı gibi oldu farkındayım ama değil. G, garibanın G’si. Zira 2000’lerde doğan yavrucakların birçok sebepten ötürü gariban olduklarını düşünüyorum. Sonraki yazılarda ara ara değinmeye niyetli olduğum meselelerden biri de, kendi başlarına oyun oynamayı bilmemeleri. Nasıl bilsinler, müsaade etmiyoruz ki!

Evde sıkılmış sabileri ekrandan bir iki saat daha uzak tutalım diye parka bahçeye çıkaralım diyoruz. Yanımıza aldığımız levazımat içler acısı, gören sefere çıkıyoruz zanneder!

Üşürse diye yelek... susarsa diye suluk... acıkırsa diye atıştırmalık... terlerse diye havlu... Düşer müşer diye yara bandı... burnu akarsa diye mendil... sıkılırsa diye oyuncak... Saçı bozulursa diye tarak alanı bile gördü bu gözler! Çoğunluğu zaten korunaklı bölge ilan edilmiş, zeminin süngerle kaplı olduğu parka benzer alanlarda tam bebeler oyuna başlayacak, refakatçisi hemen ensesinde bitiyor:

– Dur yavrum, koşma, düşersin!..

Çocuklu mekânlarda duyduğum onca talimat arasından en anlaşılmaz bulduğum budur: Dur, koşma, düşersin! Ruhlarına dar gelen minicik bedenlerinde aralıksız çalışan enerji motoruna rağmen neden çocuklara koşma denir, hiç aklım ermez. Koşmadan, düşmeden, kolu bacağı sıyrılmadan nasıl oynayacak bu çocuklar! Koruma dürtüsü ile verdiğimiz direktifler yetmezmiş gibi, bir yandan da sosyalleşme odaklı eğitimimize devam eder, iki dakika huzur vermeyiz kuzulara. E, hâliyle onlar da bize:

– Anneeee.... Ali Efe bana topunu vermiyooo...

– Olabilir yavrum, vermek zorunda değil ki anneciim. Sonuçta o top onun, isterse paylaşır. İstemezse zorla alamayız diyy mi kuzum...

– Ali Efeee, anneciim versene topunu arkadaşına? Bak dün gece okuduğumuz kitapta ne diyordu hani, paylaşmak çok güzeldir. Hadi sen de paylaş, kardeş kardeş oynayın, hadi güzellerim benim... Gel bak veriyo gel... Aferin benim oğlumaa...

– Anneea! Susadım.

– Gel çocuum, burada suyun. Dur kapağını açayım. Bekle, dikme tepene! Dur kızım, üstüne başına dökülecek şimdi! Aaaa, sırılsıklam olmuş terden! Evladım bırakın ip atlamayı, artık oturun güzel güzel şurda evcilik oynayın hadi... Zehra ablasıııı... Hadi gelin de burada piknik yapın oturup... Hah, dizilin bakiim! Kek getirdik biz, hadi onu yiyin kardeş kardeş! Güneşe değil, bak şöyle gölgeye sereyim şunu ben, üstüne oturun.

– Kızıııım?! Avuçladın o keki öyle ama izin istedin mi teyzenden bakiim sen? Keki biz getirmedik anneciim, izin iste öyle ye!

– Anneaaağğ! Bisiklet!

– Oğlum bisikletini getirmedik ki biz ama...

– Bana ne bisiklet!!

– Evladım, bisiklet Sadık Abi’nin ama! Biz ona binemeyiz. Başka şey oyna, hadi bak kaydıraktan kayın. Abisi hadi kaydırağa binin, sırayla kayın. Önce sen geeeç... aaferin... şimdi sen bekle, sen gel arkasına. Yok oraya değil, dur ben geçeyim oraya abisi... bu küçük ya düşer şimdi, kucağımda kaysın. Evet, şimdi en öne ben geçiyorum, arkamdan sen kay teyzeciim, sonra da sen kay abisi, siz de hepiniz dizilin arka arkaya, böyle oldu mu yavrum. Üç diyince, hadi bakalım... biiir... ikiii... ay, durun yavrum... bi dakika durun teyzeciim, sıkıştım ben, kayamıyorum. Duru... Neclaaaa! Kız gel al şu çocuğu kucağımdan çabuk, kaydırağa sıkıştım kıııız!... Ay durun teyzeciim, bekleyin dedim ama yaaa!.. Ay, sırtım tekme içinde kaldı... Anam belim!!! Kaç numara ayakkabı giyiyo senin oğlan Yasemiiiin!.. Allah!.. Bu nasıl 27 anam, ıyhğ... 42 numaralık bi ağrı var böğrümde şu an! Büyümüş bu, askere gönder bu çocuğu Yasemiiiin.....

“Oysa bizim zamanımızda...” diye devam ederek yaşlılığımla yüzleşmek istemezdim ama bizim zamanımızda buradaki şekliyle bir mülkiyet kavramı yoktu. Kimin babası daha erken maaş aldıysa ona top alınır, 20-30 çocuk onunla oynardık. Patlarsa da sıradaki babanın maaşı beklenir, yahut bakkala yazdırılır alınırdı.

Şimdikiler gibi iki tane bisküviyi paylaştırmak için analarımız kamelyada brifing vermezdi. İşten dönen babalardan birinin elinde karpuz görünüyorsa, evine girmeden mutfak camından uzatılmış bir bıçak yardımıyla her çocuğun eline birer dilim verilir, eğer geriye kalırsa eve götürülebilirdi. Otomasyona bağlanmış hissiz teşekkür ederim’ler, elinize sağlık’lar yerine; “Pooça çok güzel olmuş Kadriye Teyze, varsa bi dene daha versen ya..” denirdi sıcacık muzur gülüşlerle. Ve yurdun hemen her yerindeki tüm Kadriye Teyze’ler varsa verir, yoksa da “accık az yiyin len, Davut Amca’nıza kalmadı” diyebilirdi. Hiçbirimizin annesi de kapısına dayanıp sen benim çocuğumu nasıl azarlarsın diye hesap sormazdı. Zira o azar değil, bir aile gibi olmanın getirdiği doğal bir hukuktu.

Gün boyunca hangi çocuğun hangisiyle kavga ettiğinden ailelerin haberi bile olmazdı. Kavga edilir, ağlamak isteyen varsa ağlar, sonra yüzünü gözünü koluna silip, oyuna kaldığı yerden devam ederdi. Ne kimsenin özgüveni kırılırdı ne de herhangi birimiz kişisel gelişim(!) eksikliği yaşardık. Kendi problemlerimizi kendimiz çözer, kırdığımız kişinin gönlünü kendimiz alır, misler gibi büyür giderdik.

Şimdi çocuklarımızın diyalogları resmî yazışmalara benziyor. Kum doldurduğu kovanın kulpu kirlendi diye kova sahibi arkadaşının gözüne tedirginlikle bakan, oyun oynayan gruba dahil olabilmek için özür diler gibi müsaade isteyen yavrularımızı gördükçe, bu çocuklar büyüyünce kiminle ve nasıl dertleşecek diyorum. Olur ya, kalbini acıtan bir şey yaşayıp da ve olur ya, belki bir arkadaşı ile bunu paylaşmak isterse, gözyaşını silmek için “afedersin arkadaşım, eğer zahmet olmayacaksa bir peçete rica edebilir miyim lütfen” demek zorunda kalacaklar diye ödüm kopuyor!

Korkularımı Rabbime havale ediyor, X’ini Y’sini bilmem, yeryüzünün tüm çocuklarını sevgi ve dua ile kucaklıyorum.



Semerkand Dergi Logo