Görüş Bildir

Güldeste

Nasıl Şükredelim?

Allah Tealâ ayet-i kerimede “O halde siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara 152) buyurmuştur. İmam Rabbanî k.s. hazretleri de Mektubât’ta imanın bir gereği olan şükrün nasıl ve hangi çerçevede olabileceği hususunda şunları söylemiştir:

Allah Tealâ bize her durumda nimetler ihsan etmektedir. Varlığımız O’nun vergisi, varlığımızın devamı O’nun ihsanıdır. Hayat sahibi olmak, bilmek, işitmek, güç yetirmek ve konuşmak gibi sahip olduğumuz bütün hasletler bize O’nun bağışladığı nimetlerdir. Hayatımızda karşılaştığımız sayılamayacak kadar nimetlerin hepsi O’nun ihsanıdır.

O, üzerimizden zorluğu kaldırır. Duamızı kabul eder ve sıkıntılarımızı giderir. O, bol bol rızık verendir. İşlediği günahlar sebebiyle kullarından rızkını esirgemez. O, kusurları örtendir. İşledikleri günahları ifşa ederek kullarının onurunu örselemez. O son derece halîmdir. Suçluları hemen cezalandırmaz. Çok cömerttir; dostu düşmanı herkese verir.

O’nun en büyük nimeti, bizi İslâm’a çağırması, Peygamberimiz s.a.v.’e tâbi olmamızı istemesi ve böylece bizlere cennet yolunu göstermesidir. Çünkü ebedî hayat ve sonsuz mutluluk buna bağlıdır. O’nun bizden razı olması da böyle.

Kısacası Allah Tealâ’nın ikramı ve ihsanı güneşten daha aşikârdır. O’ndan başkasının iyilikleri de sonuçta O’nun kudretindendir. Bizim onlardan bir şey istememiz emanetçiden emanet istemek veya dilenciden bir şey istemek gibidir. Bu yediden yetmişe herkesin kabul ettiği apaçık bir gerçektir.

Kuşkusuz akıl, hiç düşünmeden nimet verene teşekkürün ve hürmetin gerekli olduğuna hükmeder. Şu halde gerçek nimet verici olan Hak Tealâ’ya şükretmemizin ve O’na hürmet etmemizin gerekliliği akılla sabit, apaçık bir hükümdür.

Hak Sübhânehû son derece yüce ve noksanlıklardan pâk, biz kullar ise noksanlıklarla kuşatılmış aciz varlıklarız. Bu yüzden O’nunla doğrudan münasebet kuramıyor ve O’na nasıl şükredileceğini bilemiyoruz. Nitekim çoğu kez insanlar Allah Tealâ’ya saygılarını göstermek için bazı ifadeler kullanırlar, ama bunlar O’nun katında yakışıksız şeyler olabiliyor. İnsan, bir şeyin Allah’a karşı saygı ifade ettiğini düşündüğü halde gerçekte o şey hürmetsizlik ifade edebilir. Allah Tealâ’ya nasıl hürmet edileceği yine O’ndan öğrenilmedikçe gereği gibi hürmet edilemez. İnsanların kendi kendilerine buldukları övgü ifadeleri belki Allah Tealâ katında saygısızlık ifade edebilir.

İşte hak din İslâm, Allah Tealâ’dan alınan hürmet ifade ve şekillerinin ta kendisidir. İster kalple, ister dille, ister diğer azalarımızla yapılan ibadetler olsun, bunların hepsinin gerek şartları, gerekse kuralları dinimiz tarafından belirlenmiş ve dinimizi tebliğ eden Peygamber Efendimiz s.a.v. tarafından ayrıntılı biçimde açıklanmıştır.

Her türlü şükür ifadesi dinî hükümlerle sınırlıdır. Şeriatın çizdiği sınırlara uymadan yapılan hiçbir ibadet ve tazim makbul değildir, kabul görmez. Aksine, böyle bir ibadet ters sonuçlar doğurur. Kulun bu manada iyilik kabul ettiği bir şey gerçekte kötülüğün ta kendisidir.

Zulme Karşı Sabır

Nakşibendiyye yolunun mürşidlerinden Şeyh Ahmed el-Haznevî k.s. hazretlerinin yaşadığı dönem, İslâm ümmetinin büyük sıkıntılar yaşadığı, zulmün kol gezdiği I. Dünya Savaşı yılları ve sonrasına denk gelir. 1927’de Fransızların Suriye’de kurduğu sömürge idaresi bu toprakların müslüman ahalisine ciddi çileler yaşatmıştır. Bir defasında Fransız komutan Şah-ı Hazne k.s. hazretlerini çağırarak, “Bize destek vermiyorsun! Bizim yanımızda olursan rahat edersin, aksi halde burada barınamazsın!” diyerek tehdit etmiş, o ise bu tehdide boyun eğmemiştir. Hazretin bu duruşu kendisine ve müridlerine baskıyı artırmış ve sonunda göç yoluna çıkılmıştır. O yıllarda yaşanan bu hadiseyi Şeyh Alâeddin Haznevî k.s. hazretleri şöyle anlatır:

“Fransız hükümeti Şah-ı Hazne k.s.’yi üç yıllığına Deyrizor ve Haseke mevkiine sürgüne göndermişti. Sürgünden köyüne döndükten sonra da Türkiye sınırından onu tamamen uzaklaştırmak için taşlık bir yer olan Telmaruf’a göç ettirdiler. Çünkü Şah-ı Hazne k.s.’nin yüz binlerce müridi sınırı geçerek tevbe tarikat almak için bölük bölük onu ziyarete geliyorlardı.

Telmaruf’a göç öncesi bir akşam üzereydi. Tay aşiretinin lideri Muhammed b. Abdurrahman silahlı adamlarıyla birlikte köye gelmişti. Maksadı bizi çıkarıp köyü ele geçirmekti. Fakat Şah-ı Hazne k.s.’nin müridleri buna müsaade etmediler. Onlarla mücadeleye giriştiler. Kalabalık oldukları için onları durdurmayı başardılar. O sırada Şah-ı Hazne k.s. geldi ve müridlerini yatıştırdı. Sonra da Tay aşiretinin liderinden sabaha kadar mühlet istedi. Sabah olunca köyü boşaltacaklarını söyledi.

Ancak o bunu kabul etmediği gibi, ‘Hemen şimdi köyü boşaltacaksınız’ diyerek ateşin üzerinde kaynayan kazanları yere döktürdü. Bunun üzerine Şah-ı Hazne k.s. değerli eşi, çocukları ve müridleriyle beraber o gece Telmaruf’a gitmek üzere yola çıktılar. Ancak sabaha doğru köye ulaşabildiler.

Tay aşiretinin lideri bu köyü zulüm ve düşmanlıkla ele geçirmiş oldu. Şah-ı Hazne k.s. ise yapılanın misli ile karşılık vermeye ve onlara karşı direnmeye gücü olduğu halde bütün bu yapılanlara tahammül etti. Böyle yapmakla sâdât-ı kirama muvafakat etmiş ve onların dosdoğru yoluna ve güzel ahlâkına uygun davranmış oldu.”

Şeyh Alâeddin Haznevî k.s., bu olaydan sonra Şah-ı Hazne k.s. hazretlerinin şöyle dediğini de aktarmıştır: “Tay aşiretinin lideri hicret etme hususunda Peygamber Efendimiz s.a.v.’e mutabaat etmemize sebep oldu.”



Semerkand Dergi Logo