Görüş Bildir

Güldeste

Dünya Aklı, Ahiret Aklı

Bilindiği üzere insanda iki tür hastalık vardır. Bunlardan biri bedende meydana gelen rahatsızlıklar. Diğeri iç alemi ilgilendiren manevi hastalıklar. İnsan bu iki hastalıkta da mâhir bir hekim kontrolünde tedaviye muhtaçtır. Aksi halde daha kötü durumlara düşmesi kaçınılmazdır.

Fakat bu hastalıklardan manevi olanın tedavisi apayrı bir öneme sahiptir. Çünkü hem beden rahatsızlıklarıyla güçlü bir irtibatı vardır, hem de ebedi hayatı doğrudan ilgilendirir. Bu konuda Nakşibendî yolunun pîrlerinden İmam Rabbanî k.s. hazretleri Mektubat’ında şöyle buyurur:

Hekimlerin söylediğine göre, hastanın hastalığı devam ettiği sürece verilen gıdalar ona bir yarar sağlamaz. En değerli ve en güzel yiyecekler verilse bile bu durum değişmez. Tam tersine hastalığını daha da artırabilir.

Bu sebeple hekimler önce hastalığı tedavi etmek için çaba gösterirler. Daha sonra hastanın mizacına ve durumuna uygun gıdalarla kuvvet kazanması için çalışırlar. İşte manevi kalp hastalığına yakalanan insanın durumu da tıpkı bunun gibidir.

Şu ayet-i kerime buna işaret eder: “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırdı.” (Bakara 10)

Dolayısıyla ona ne ibadet ne taat hiçbir şey fayda vermez; hatta belki zarar bile verebilir. Şu hadis-i şerif bu hususu dile getirir: “Kur’an okuyan niceleri vardır ama Kur’an onlara lânet eder.” (İmam Gazalî rh.a. bu hadisi Enes b. Mâlik’e istinaden İhyâ’da zikretmiştir.)

Şu da sahih hadislerden biridir: “Oruç tutan niceleri vardır ki, tuttukları oruçtan ellerine geçecek olan açlık ve susuzluktan başka bir şey değildir.” (İbn Mâce, nr. 1690; Ahmed, el-Müsned, nr. 9683)

İşte kalplerdeki hastalıkları tedavi eden manevi kalp doktorları da önce hastalığın yok edilmesini sağlayacak hususları emrederler. Bu hastalık da kalbin Hak Sübhânehû ve Tealâ’dan başka şeylerle ilgilenmesinden ibarettir. Hatta insanın kendi nefsi ile ilgilenmesidir. Çünkü insan sevdiği ve istediği her şeyi kendi nefsi için ister ve sever. Çocuklarını severse kendi nefsi için sever. Mallar, baş olma arzusu, makam ve mevki istemekte de durum aynıdır.

Bu özelliklerde olan bir kimsenin tapındığı şey gerçekte kendi nefsidir. Zira nefsinin kötü istekleri peşinde koşmaktadır.

İnsan, nefsinin bu kötü arzularını terk etmedikçe kurtuluş ümidine yer yoktur. O halde anlayış ve idrak sahibi âlimlerin ve basiretli hekimlerin bu hastalığı yok etmek için kafa yormaları gerekir.

Bir insan, vücudunda hastalık hissetse ya da herhangi bir organında rahatsızlık olsa, elindeki bütün imkânları seferber ederek o hastalığı gidermeye çalışır. Oysa Allah Tealâ’dan başka şeylere (mâsivâya) bağlanmak demek olan kalp hastalığı, insanı her yönden kuşatmıştır. Fakat insan sonsuz bir azaba çekileceğinden neredeyse habersizdir. Bu hastalığı tedavi etmek veya gidermek için henüz hiçbir şey yapmamaktadır.

Nasıl ki dünya aklı, geçici nimetlerle imtihan edilmek ve onlara dalmak sebebiyle manevi hastalıkları görmüyor veya hastalık olarak algılamıyorsa; ahiret aklı da ahiret sevabını umduğu için zahirî hastalıkları hissetmez, hastalık olarak görmez.

Dünyaya bağlı aklın görüş alanı dardır. Ahiret aklı ise gayet uzakları görebilir. Ahiret aklı peygamberlerin ve velîlerin aklıdır. Dünya aklını ise zenginler ve dünyaya düşkün olanlar ister. Aralarındaki fark ne kadar da büyüktür!

Ahiret aklını kazandıran sebeplerin başında ölümü, ahiret hallerini hatırlamak ve ahiret düşüncesi bahtiyarlığına ermiş kimselerle oturup kalkmak gelir.

Şunu bilmek gerekir ki, bedene ait hastalıkların dinî hükümleri yerine getirmede bir zorluğa ve yorgunluğa sebebiyet vermesi gibi, iç âlemdeki manevi hastalıklar da dinin emirlerini yerine getirmeyi zorlaştırr.

Üç Yol

Şeyh Abdurrahman-ı Tâhî k.s. kaleme aldığı bir mektubunda Nakşibendî yoluna girmek isteyenlerin bilip uyması gereken bazı edepleri anlatırken şöyle der:

İnsanlar için seçilen yollar üçtür:

• Şekavet (kötülük) yolu: Bu yol dünyayı sevme yoludur. Cenab-ı Hak bizleri bu düşük yoldan korusun. Bu dünya sevgisi Allah Tealâ’ya düşmanlığa sebep olan alçak bir sevgidir. Çünkü dünya, düşmanların başı olan nefsin sevgilisidir. Dünya sevgisi nefstendir. Bu sevgi, Allah Tealâ’ya düşmanlıkta nefsle el ele olduğu için Peygamber Efendimiz s.a.v.’i yalanlamayı ve Ebu Cehil’e uymayı gerektirir. Bu durum da ebedi hüsrana götürür. O halde dünya sevgisinden kesinlikle kaçınmak gerekir.

• Ebrârın (iyilerin) yolu: Bu yol, ahireti sevme yoludur. Fakat bu yolda bulanıklıklar vardır. Zira cenneti istemek de nefsin emirlerindendir. Akıl bu yolu süzgeçten geçirdiğinde şu sonuca varır: Nefsin emelleri Allah Tealâ’nın rızasını talep etmenin önüne geçmemelidir. Çünkü mükâfatı Cenab-ı Hak dilediğine verir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “O içeceğin katkısı ‘tesnîm’dir. Bir pınar ki, Allah’a yakın olanlar ondan içerler.” (Mutaffifîn 27-28)

Ayrıca bu yol insanda benlik oluşturur. Çünkü henüz, düşman olan nefsin emellerine muhabbet duymaktan kurtuluş gerçekleşmemiştir. Öyleyse bu durumdan nasıl mükâfat beklenir? Bundan da öte, amellerin karşılığında ecir istemek, insanı kemâl derecesinden düşürür.

• Mukarreblerin (yakınların) yolu: Bu yol, Mevlâ’yı sevme yoludur. İşte asıl maksat ve en yüce hedef budur. Çünkü bu yol, girenleri imansızlıktan korur, ruhu nefsin elinden kurtarır, kişiyi Allah ile olan ezelî muhabbet derecesine yükseltir. Kalpte marifet pınarlarını coşturur ve ilâhî feyz çeşmelerini akıtır. Kalbi hikmet denizi yapar, onu nefsin emellerinden uzaklaştırarak Allah Tealâ ile meşgul eder. Bu yola gireni, “Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbinden geçmeyen nimetlere” (Buhârî, Tevhid, 35) ulaştırır. Bu zamanda insanı bu hale ulaştıracak yol da Nakşibendî yoludur.



Semerkand Dergi Logo