Görüş Bildir

Güldeste

El Kârda Gönül Yârda

“Halvet der encümen” Nakşibendiyye yolunun temel esaslarındandır. Bu sebeple Nakşibendî mürşidleri tarafından sohbet ve nasihatlarla, menkıbelerle sâliklere her fırsatta hatırlatılmıştır. Kişi işinde gücünde iken kalbinin hakiki sevgilide olması gerektiğini ifade eden “el kârda gönül yârda” sözü bu esası açıklamak için yolun büyükleri tarafından sıklıkla dile getirilir. Çünkü dünya sevgisi ve meşgalesinin kalbe yerleşip ahireti unutturacak derecede kişiyi istila etmesi kadar tehlikeli bir husus yoktur. Bu hakikate binaen İmam-ı Rabbanî k.s. Mektubât’ında şunları söyler:

İşin aslı kalbe dayanır. Eğer kalp Allah Tealâ’dan başka şeylere ilgi duyup kendini onlara kaptırırsa hali haraptır. Sadece âdete uyarak yapılan ameller ve şeklî ibadetlerle bir şey ele geçmez. Bunun yerine hem kalbin Allah Tealâ’nın dışındakilerden yüz çevirmesi ve hem de O’nun emrettiği ibadetlerin yerine getirilmesi gerekir.

Sâlih amelleri yerine getirmeden kalp selametinden söz etmek boş bir iddiadır. Tıpkı bu dünyada bedensiz ruhun varlığı düşünülemediği gibi, bedenle yapılan sâlih ameller yerine getirilmedikçe kalbe ait iyi hallerin gerçekleşmesi de imkânsızdır. Zamanımızda birçok yolu bozuk kişi böyle boş iddiada bulunuyor. Allah Tealâ, Habibi hürmetine bizleri onların bu kötü itikatlarından korusun.

Seyr u sülûk mertebelerini ve cezbe makamlarını aştıktan sonra anladım ki, seyr u sülûkün amacı ihlâs makamını elde etmektir. İhlâs makamının gerçekleşmesi de âfâkî ve enfüsî (dışta ve içte) bütün bidatların yok olmasına bağlıdır.

Bu ihlâs makamı ilim, amel ve ihlâs diye bilinen şeriatın üç unsurundan biridir. Tarikat ve hakikat ihlâsın olgunlaşması hususunda şeriata hizmet etmektedir. İşin özü budur. Fakat herkesin anlayışı bunu idrak edemez.

Tasavvuf erbabının çoğu gaflet ve hayallerle aldanmakta, eften püften şeylerle yetinmektedir. Bu durumda şeriatın kemâlâtından neye erişebilir, tarikat ve hakikatin özüne nasıl ulaşabilirler ki!

İyi biliniz ki kalp, yaratılmış varlıkların en üstünü ve en kıymetlisidir. Nasıl ki insan, büyük âlemin özeti olması ve onda olan her şeyi kendisinde toplaması sebebiyle yaratılanların en üstünü olduysa, kalp de aynı şekilde insanda olan her şeyi kendinde toplaması, bir öz ve özet olması sebebiyle en üstün olmuştur. Zira bir şeyin öz ve özet olma durumu ne kadar yoğun ve toplayıcılığı ne kadar fazla olursa Allah Tealâ’nın zâtına yakınlığı o kadar çok olur.

Allah dostları, kalpteki manevi hastalıkların tabipleridir. Bu hastalıkların yok edilmesi bu büyük zatların teveccühüne bağlıdır. Bunların sözleri ilaç, bakışları şifadır. “Onlar öyle bir topluluktur ki, aralarında bulunan bir kimse kötü olmaz.” (Müslim, Zikir 25)

Onlar sürekli Allah ile beraberdir. Onların bereketi ile yağmur yağdırılır ve onların bereketiyle rızık gönderilir.

Kalp hastalıklarının başı ve bâtınî dertlerin en önemlisi, kalbin Hak Sübhânehû’nun dışındaki şeylere ilgi gösterip onlara bağlanmasıdır. Bu alakadan tamamıyla kurtulmadıkça selamet bulması imkânsızdır. Çünkü Allah Tealâ’nın yüce katında ortağa yer yoktur. “İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah’ındır.” (Zümer 3)

Öyleyse nasıl olur da ortak koşulan üstün tutulabilir! Hakk’ın dışındakilerin muhabbetini, O’nun muhabbetine baskın gelecek veya yok edecek kadar üstün tutmak çirkinliğin ve hayâsızlığın son kertesidir. Allah Rasulü s.a.v. buyurur ki: “Hayâ imandandır.” (Tirmizî, İman 9)

Belki de Peygamber Efendimiz s.a.v.’in bu hadis-i şerifinde geçen hayâdan maksat bu manadır. Kalbin Allah Tealâ’nın dışındakilerle ilgilenmeyi bırakmasının alameti, mâsivâyı tamamıyla unutması, yüz çevirmesidir. Mâsivâyı unutmak o dereceye ulaşmalı ki, hatırlaması için kalbe baskı yapılsa bile kalp yine de onu hatırlamamalıdır. Böyle bir durumda kalbin mâsivâ ile ilgilenmesi nasıl mümkün olur?

Mürşidin Huzurunda

Nakşibendiyye pîrlerinden Mevlâna Hâlid Bağdâdî k.s. Hâlidiyye Risalesi’nde, “Müridin mürşidinden feyz alması, mürşidinin huzurunda bulunma edebine bağlıdır” buyurmuş, sufînin mürşidinin huzurunda riayet etmesi gereken zahirî edepleri şöyle açıklamıştır:

Müridin mürşidi huzurunda uyması gereken edep, mürşidinin yüzüne bakmaması, boynunu öne eğmesidir. Mürid mürşidi huzurunda sanki efendisinden kaçıp tekrar huzura getirilen köle gibi tevazu ile durur. Mürşidi izin vermeden oturmaz. Dinî bir gereklilik, tarikat hakkında çözülmesi gereken bir mesele veya mürşidinin faydasına olacak bir şey bulunmadıkça kendiliğinden söze başlamaz. Mürşidin meclisinde hazır bulunan diğer kimselerle, şeyh dahi olsalar, konuşmaz.

Mürid, sevdiğinin karşısında başka her ilgiden kesilmiş duran âşık gibidir; mürşidinin huzurunda orada bulunanlara iltifat etmez, ilgilenmez. Çünkü müridin mürşidine olan sevgisi ve saygısı sadece Allah içindir. Huzurda iken susar, gözünü kapatıp feyz almak için tevazu ile yalvarma halinde mürşidinin kalbine yönelir.

Özetle mürid, mürşidini Allah Rasulü s.a.v.’in bir vekili, hüküm vermede ve manevi tasarrufta bir sultan olarak kabul eder. Mürşidine karşı muamelesini, davranış biçimini Allah Rasulü s.a.v.’e ve sultana karşı yapılan muamele gibi görür. Hadis-i şeriflerde şöyle buyrulmuştur:

“Âlimler, nebîlerin vârisleridir.” (Buharî, İlim 10)

“Bir âlimin yaşadığı toplum içindeki durumu, ümmeti içindeki bir peygamberin durumu gibidir.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 42632)

“Ümmetimin âlimleri, İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” (Sehâvî, el-Makâsidü’l-Hasene, s. 332)



Semerkand Dergi Logo