Hiç
Hiç
Edirne’de Selimiye Müzesi avlusundaki bir hüsn-i hat sergisini gezerken iki gencin konuşmalarına kulak misafiri olmuştum. Modern giyimli bu iki genç ilgisiz bir tavırla öylesine dolaşıyorlarken birden bir hat tablosu önünde durup yüksek sesle konuşmaya başladılar. Şaşırmış gibiydiler. Birisi;
– A, bak bu filancanın bileğindeki dövme, dedi. Diğeri;
– Evet evet, aynısı, diyerek doğruladı onu.
Ne kadar hoş bir “kaligrafi” olduğundan falan bahsettiler. En çok da bu dövmeyi yaptırdıktan sonra adını andıkları kişinin popülaritesinin nasıl arttığına dair tanıklıklarını aktardılar birbirlerine. Önünde durdukları hüsn-i hat levhasında “hiç” yazıyordu.
Hattatlar ve bu hattı duvarlarına asan eskiler, bir gün “hiç” yazısının popüler olmaya, başkaları tarafından tanınıp bilinmeye alet edilebileceğini hiç düşünmemişlerdi herhalde. Çünkü insanları mahviyyete, yani kendilerini yok hükmünde görmeye, başkalarınca tanınıp bilinmemeye çağıran tasavvufî bir ikazdı bu yazı.
O levha ne hatırlatır?
Tasavvufun evveli de ahiri de mahviyyettir. Evvelindeki mahviyyet:
• “Neyin ne olduğunu ben bilirim, ben belirlerim” iddiasındaki benliği terk etme zaruretini kabuldür.
• Yine bir ön kabul olarak kişinin kendisini önemli, değerli, üstün ve kudretli görmekten, kendini beğenmekten imtina etmesi gerektiğine rıza göstermesidir.
• Bunlar bir mürşid-i kâmile teslimiyetin de şartlarıdır aynı zamanda. Zira ancak tevazu ile, kusur ve aczini bilerek, kendini bir şey sanmadan bir “hiç” olarak Allah dostlarının kapısına varanlar yol alırlar.
Tasavvufun ahirindeki mahviyyet:
• Mürşid-i kâmilin terbiyesi ile başlangıçtaki bu kabullerin hale dönüşmesidir.
• Mülkiyet ve varlık iddiasından uzaklaşmak, beşerî sıfat ve arzuların tasallutundan kurtulmaktır.
• Kendisinde bir üstünlük vehmetmemek, gösterişten sakınmak, gurur ve kibirden arınmak, haddini bilmektir.
• Bütün iş ve davranışlarında Cenâb-ı Mevlâ’nın iradesine tâbi olarak O’ndan gelene rıza göstermek, şikâyeti terk etmektir.
• Ölmeden evvel ölmek, dolayısıyla bir ölü gibi dünyalık anlamında ihtiyaçtan azade olmaktır.
• Kendini bilmek, Rabb’ini bilmek ve bu marifetle bir kul olarak aczini, yetersizliğini, faniliğini bilip bir hiç olduğunu idrak eylemektir.
Bu, fani olanı var kılma çabasını bırakıp gerçekten var ve baki olana ulaşmanın yegâne yoludur. Ol sebepten Aziz Mahmud Hüdayi k.s. hazretleri, “Varlığın eyle zâil / Olagör Hakk’a vâsıl” buyurmuştur.
İşte “hiç” hattı bunları hatırlatmak için yazılır ve bunları hatırlatsın diye eskiden özellikle dergâh ve tekkelerin duvarlarına asılırdı. Mahviyyet, “mahfiyyet”i, yani diğer insanlar nezdinde görünür olmamayı gerektirdiğinden sâlik başlangıçta övülmekten, dikkat çekmekten, tanınıp bilinmekten kaçınmak adına güzel amel ve davranışlarını gizleme yolunu seçerdi. Mahviyyet hali kuşanıldıktan, hiçliğe ulaşıldıktan sonra ise görünür olmak zaten mümkün değildi. Hiçlik yahut mahviyyet halini tercihin de yaşıyor olmanın da alâmeti “ben” dememekti.
“Ben” demenin türlü yolları
Kelâm-ı kibardır; “Ben demek şeytana mahsus” buyurulmuştur. A’raf suresinin 12. ayet-i kerimesinde bildirildiği üzere, Allah Tealâ İblis’e, “Emrettiğim halde seni Âdem’e secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sorduğunda İblis, “Ene (ben)” diye söze başlamıştı. “Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu balçıktan yarattın.” demişti.
Ayet-i kerimenin ışığında, şeytana mahsus olan yahut insanı şeytanlaşmaya sürükleyen “ben” zamirinin, ilahî iradeye muhalefet cüretkârlığına sevk eden bir üstünlük iddiasıyla söylenmiş “ben” olduğu anlaşılıyor.
Bununla beraber ucb, kibir, gurur ifadesi olarak veya haklı bir sebebe dayansa dahi övünme maksadıyla sarf edilen her “ben” lafzı, “üstünlük takvadadır” buyuran Allah Tealâ’nın iradesine bir nevi itiraz sayıldığından bu çerçevede değerlendirilmiştir.
Buradaki asıl arıza, kulun kendisinde Rabb’ine rağmen başına buyruk bir varlık yahut benlik vehmetmesi, Rabb’ine nispetle hiçliğinden gafil olmasıdır. Yani sıkıntı, ben lafzından ziyade bu kelimeye yüklenen benlik iddiasındadır.
Nitekim insanlar üstünlük davası veya övünme maksadı taşımadan da kendilerinden bahsederken pekâlâ “ben” diyebilirler. Yahut bazen bir sorumluluğu üstlenmek için ben demek mecburiyeti hasıl olabilir. Tasavvuf ehli böyle mübah hallerde bile verâları mucibince yine de ben demeyi tercih etmemişler; bunun yerine “fakîr, âciz, bendeniz” gibi tevazu ve mahviyyet ifadesi ibareler kullanmışlardır.
Kaldı ki zemmedilen manasıyla “ben” demek, sadece lafzen ben demekten ibaret değildir. Hatta insanlar daha çok hâl diliyle “ben” derler. Giyim kuşamıyla, oturup kalkmasıyla, malı mülküyle, bilgiçlik taslamasıyla, tüketim kalemlerindeki lüks ile de bir üstünlük taslamak üzere “ben” denebilir.
Esasen her fark edilme, öne çıkma, dikkat çekme, görünme veya gösteriş çabası, değişik maksatlarla da olsa “ben” demektir. Ve bugün teknolojinin sunduğu iletişim ortamlarında hemen herkes çığlık çığlığa “ben” diyerek varlığını gösterme, var olduğunu ispatlama yarışındadır.
Kendimizi kime beğendirelim?
Modern insanın görünme tutkusu anlaşılabilir. Çünkü Yaratıcısı ile irtibatını koparmış, savrulmuş; var ediliş maksadını unutmuştur. Hüviyetini, yani Mevlâ’sına aidiyetiyle kazandığı kulluk statüsünü, dolayısıyla anlamını ve değerini kaybetmiştir. Kelime yetersizliği sebebiyle bu da bir hiçlik hali diye nitelenebilir.
Ancak hiçlik, müslüman için ebedi diriliğe ve saadete ulaşmak üzere tercih edilen bir yöneliştir. Müslümanın hiç mesabesinde gördüğü varlığı, yoktan var edilen beşer tarafı ve beşeriyetinin arzu ve istekleri manasına nefsidir. Yoktan var edilen varlığının başlangıçtaki yokluğunu esas alarak bâki yanına, nefha-i ilahî üflenen ruhuna, esma ilminin ve “belâ” misakının yerleştirildiği âdemiyetine talip olur. Bu yüzden beşerî vasıflarıyla övünmek, görünmek, fark edilmek, beğenilmek gibi bir derdi yoktur.
Modern insanın hiçliği ise maruz kalınan bir hiçliktir. Bakî yanını kaybetmekten kaynaklanan bir yokluk, anlamsızlık yahut boşluk halidir. Yaşlılığı ve ölümü ötelemek, hatta mümkünse engellemek için beyhude bir çaba ile hep var olmak adına beşer tarafını tahkime çalışır. Ve ancak başkalarına göstererek var olduğuna inandırabilir kendini. Böylelerinin görünme yahut fark edilme tutkusu, içinde bulunulan boşluğun derinliği nispetinde abartılmakta; o kadar ki, bazen mahremiyetler bile pervasızca sergilenmektedir.
Başta bahsettiğim gençlere bütün bunları birkaç cümleyle de olsa anlatabilir miydim, bilmiyorum. Zaten denemeye de teşebbüs etmedim. Kâbe’yi tavaf ederken cep telefonuyla memleketine naklen yayın yaparken arada oradakilerin hal hatırını da soran, selâtin camilerinde ikamet okunurken kalkıldığında selfi çeken, sosyal medyada “bugün şöyle bir hayır hasenat işledim” mealinde paylaşımlar yapan kardeşlerimizi hatırlayıp vazgeçtim.
Batılı sosyologlar bile, “Teknolojiyi insanlar icat ediyor ama teknoloji de marazî bir insan tipi inşa ediyor.” diyerek büyüyen bir tehlikeye dikkat çekiyorlar. Galiba bizim de başkalarından evvel kendimizi bu konuda sorgulamamız gerekiyor. Bizi tasavvuf terbiyesi mi inşa ediyor, teknoloji mi? Allah Tealâ’nın güzel hallerimizi görüyor ve biliyor olması bize yetmiyor mu? Kendimizi öncelikle Allah’a mı, insanlara mı beğendirmeye çalışıyoruz? Ve hiç olma teklifi nefsimize ne kadar ağır geliyor?