İlim, İman ve Nesiller
Büyük âlim Kelabâzî rh.a.’e göre ilim, şeyleri kendi gerçekliği ile kavramak, iman ise bu kavrayışın şüpheden arınmış "yakîn" halidir. Yani iman, bilginin tasdik edilmesidir. Kalp için ilim, görmeyi sağlayan baştaki göz gibidir.
"Ümmetim beş tabakadır. Her tabaka (nesil) arası da kırk senedir. İlki, içinde benim ve ashabımın bulunduğu ilim ve iman ehlinin tabakasıdır. İkincisi, onların ardından gelen ve sekseninci yıla kadar olan 'birr' ve 'takva' ehlinin tabakasıdır..." (İbn Mâce, Fiten, 28) hadis-i şerifindeki ilk tabaka, mükâşefe ve müşahede makamındaki kalp ehlini işaret eder.
İlim ve iman ehli
Efendimiz s.a.v.'in de içinde bulunduğu bu tabakanın ana vasfı olarak beyan buyurulan ilim ve iman kavramlarını şöyle izah edebiliriz:
Bir şeyin ilmi, ancak bilinmesi gerekenin (malumun) keşfinden sonra ve kalpte zuhur etmesiyle gerçekleşir. Bu ise tıpkı göz ile görüntü arasındaki engellerin kalkması suretiyle görme işleminin gerçekleşmesine benzer. Kalbin yakîne ermesi için kalp gözü ile bilinen şey arasındaki engellerin kalkması lazımdır. Buna mükâşefe denir.
Mükâşefe, "keşf" kelimesinden türetilmiş, "ayan olan, açığa çıkan" anlamına gelir. Keşf ise kapalı yahut "gizli olanın örtüsünü kaldırmak, açığa çıkarmak" anlamlarına gelir. Tasavvuf terimi olarak, varlıkları ve onların hallerini kendi gerçekliği ile müşahede etmek; ilahî isimlerin tecellisine vâkıf olmak suretiyle tahkike (hakikate) ermektir. Bu da kalbin Hakk’ın huzurunda oluşu, açık şekilde ilahî tecellileri temaşa, keşfin açılması, ayne’l-yakîn mertebesidir. "Muhâdara" (huzurda olma) mertebesinden sonra gelen mertebedir. (Bkz. Lisanü’l-Arab "keşf" maddesi; Kâşânî, Mu’cem İstilahâti’s-Sûfiyye s.346; 'Tasavvuf Istılahları’ Kelabâzî, Taarruf. Ter. Süleyman Uludağ. s.203)
Birçok hususta ilmin yakîne ermesi için bilinenin göz ile müşahede edilmesi yeterlidir. Müşahede gerçekleşene kadar bilgi şüphe ve itirazlara maruzdur. Manevi kalp (fuad) de bilineni kalp gözüyle müşahede etmeden sükûnet bulmaz. O da müşahede ile yakîne ulaşır; her türlü arıza ve şüphe zail olduktan sonra bilgiyi tasdik eder.
Bilgi ile şeyleri anlamak mümkün ise de kalp müşahede olmadan şüphe ve itirazlardan kurtulamaz. Tıpkı görüntünün uzaklıktan veya göz rahatsızlığından dolayı bulanık görünmesi gibi. Eğer bu engeller kalkar, bakanın önünde görüntü netleşir ve müşahede ortaya çıkarsa, bilgi olduğu gibi hâsıl olur. Manevi kalp de aynı şekilde müşahededen sonra yakîne ulaşır; şüphe ve itirazlardan arınmış bir halde bilinen şeyin hakikatini tasdik eder.
İlim, "selim" (manen temiz, yakîn ve itminan bulmuş) kalbin bir sıfatıdır. Selim kalp nefsin güdümünden kurtulmuştur. Dünya onu etkilemez. Allah Tealâ Kur’an-ı Kerim’de: "(O gün) selim kalp ile gelenlerin dışında (mal, evlat) hiçbir şey fayda vermez." buyuruyor. (Şuara 89)
Müşahedeye "kalbin görüşüdür" diyenler de olmuş ve delil olarak "Kalp gördüğünü yalanlamadı.’’ (Necm 11) ayet-i kerimesini gösterip, kalp müşahedesini kesin, şüphe ve itiraz taşımayan hakiki görüş olarak vasfetmişlerdir.
Hakiki ilim ve iman, selim kalplerin ve müşahid gönüllerin iki sıfatıdır. Buna "Tabakaların (nesillerin) ilki, içinde benim ve ashabımın olduğu ilim ve iman ehlinin tabakasıdır." mealindeki hadis-i şerifte "ilim ve iman ehli’’ sözü işaret eder. Onlar, gayb âlemini önlerindeymiş gibi müşahede eden selim kalp sahipleridir. Ve yine onlar, Hak Tealâ ile huzur halinde kendilerine açılan gaybî hakikatleri müşahede eden, yakîn ve tasdike ulaşmış gönül ehli kişilerdir. Tıpkı o nesilden Hârise r.a.’ın dediği gibi:
"Nefsimi dünyadan öyle çektim ki, sanki Rabbimin Arşı bana ayan oldu da ona bakar gibiyim. Sanki cennet ehlini ve orada nasıl sevindiklerini, cehennem ehlini ve orada nasıl acı çektiklerini görür gibiyim’’. (Kelabâzî, Bahru’l-Fevâid 2/653, Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya 10/273)
Rivayet olunur ki tavaf esnasında bir adam Abdullah b. Ömer r.a.’a selam vermiş fakat o, müşahede halinde olduğundan adamın selamını duymamış ve almamıştı. Nitekim şöyle demiştir: "Bizler tavaf esnasında orada Allah’ı görür gibiydik.’’ (İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ 4/167)
Müşahedenin özelliklerinden biri, o anda dünyaya yönelik hissin kaybolmasıdır. Hz. Ali r.a.'ın, Abdullah b. Abbas r.a. için "Sanki o gayba, ince bir perdesi bile yokmuş gibi bakıyor.’’ sözü de müşahede halindeki kalbe işaret eder. (Münâvî, Feyzu’l-Kadir, 1/44; Benzerini İbn Hacer, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe'de zikreder.)
İşte Hz Peygamber s.a.v.’in ashabının özellikleri böyledir. Elbette onların kendi aralarındaki mertebeleri farklı, onlardan sonraki nesillerin durumu ise tamamen ayrıdır.
Abdullah b. Mes’ud r.a.’ın şöyle dediği rivayet edilir:
"Allah Tealâ kullarının kalbine nazar etti. Muhammed s.a.v.’in kalbinin diğerlerinden daha hayırlı olduğunu gördü ve O'nu kulları arasından seçti ve kendisine kitap indirip peygamberliğe layık gördü. Sonra O’nun ashabının kalplerinin diğerlerinden daha hayırlı olduğunu gördü ve onları Peygamberi'ne yardımcı kıldı, dini uğrunda savaşmalarını nasip etti. Müminlerin hoş gördükleri Allah katında da hoştur, hoşlanmadıkları ise Allah katında da hoş değildir.’’ (Ahmet b. Hanbel, Müsned 1/379)
Birr ve takva ehli
Hadis-i şerifte ifade edilen "birr ve takva ehli"nden murat, nefsin ve dünyanın zorluklarına dayanan, mücadele eden, Allah Tealâ ve kullarıyla ilişkisi doğru olan kişilerdir.
"Birr" kulun Rabbi ile ilişkisinde samimi ve sadık olmasıdır. O'na yakınlık uğrunda farzlara ilaveten nafile ibadetlerle gayret göstermek de birr sayılır.
"Birr ahlâk güzelliğidir" (Müslim, Kitabu’l-Birr ve Adâb ve Sıla 4/1980) hadis-i şerifinden hareketle ‘birr’ kelimesi, iman ve ibadet başta olmak üzere erdemli olmak, iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, temizlik, hayır, hasenat gibi güzel ahlâkı ifade eden genel bir kavramdır. Fahreddin Razî rh.a. 'birr' kelimesini, kötülük ve günahın zıddı olan ve "bütün saygı ifade eden davranışları ve insanı Allah Tealâ’ya yaklaştıran hayırlı işleri içine alan bir kavram" şeklinde tarif etmiştir. (Tefsîru’l-Kebîr, 5/40)
Takva ise Allah Tealâ'nın emrettiklerini yapma ve yasaklarından sakınma hususunda ihtiyatlı olmak, dikkat ve titizlik göstermektir.
Birr ve takva hususunda Kur’an-ı Kerim'de Yüce Allah mealen şöyle buyurur: "İyilik (birr) yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Asıl iyilik kişinin, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, peygamberlere iman edip, sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve kölelikten kurtulmak isteyenlere harcayıp; namazını kılıp zekâtı vermesidir. Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar. Darlıkta, hastalıkta ve savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır. Takva sahipleri de bunlardır." (Bakara 177)
Yakîn değiştikçe
İlk bölümde zikrettiğimiz İbn Mâce rh.a. rivayetinin devamında Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyuruyor: "...Sonraki yüz yirminci yıla kadar sürecek olan, birbiriyle dayanışma ve şefkat bağı olan 'terâhüm' ve 'tevâsül' ehlinin tabakasıdır. Onlardan sonra yüz altmışıncı yıla kadar olanlar ki, aralarındaki bağları koparıp birbirine sırt çeviren 'tekâtu' ve 'tedâbür' ehlinin tabakasıdır."
Hadis-i şerifte üçüncü tabaka için kullanılan "tevâsül ve terâhüm ehli", aralarında dayanışma içinde olan ve birbirlerine karşı merhametli olanlar demektir. Hadis-i şerifi şöyle anlamak mümkündür:
İkinci tabaka olan birr ve takva ehli, dünyada Allah Tealâ için güzel işler yaparak, zorluklarla mücadele ederek ve mücahede ile dünya lezzetlerinden yüz çevirerek öne çıkmış bir nesildir. Onlar nefslerini iyilik ve takva yönünde kullanmışlar, dünya ve nimetlerini bu uğurda araç olarak görmüşlerdir. Fakat Allah Tealâ ile ilişkilerine dünya ve nimetleri aracı olduğundan birinci tabakanın, yani müşahede ehlinin derecesine ulaşamamışlardır.
Üçüncü tabakada olan tevâsül ve terâhüm ehli ise elde ettikleri nimetleri dayanışma ve şefkat duygularıyla başkalarıyla paylaşmışlar, fakat nefs mücadelesi ve fedakârlık hususunda ikincilerin derecesine ulaşamamışlardır.
Dünya nimetlerini başkalarıyla paylaşma hususunda insanlar iki gruba ayrılır: Birinci gruptakiler nefsleri terbiye olmuş, dünyadan kalbini kopartmış bulunan ve onu başkalarına bırakanlardır. İkinci gruptakiler ise dünya nimetlerini ellerine geçirmiş olduğu halde isteyenlere cömertçe dağıtanlardır.
Birinci grupta olanlar dünyayı terk edip nefsin isteklerinden yüz çevirdikleri için ilişkileri sağlam kalmış, kesinti olmamıştır. Çünkü ilişkilerin kesilmesinin sebebi dünyanın cazibesine kapılıp, dünyalık için birbiriyle yarışmak, kavga etmektir.
Abdullah b. Ömer r.a'ın aktardığına göre, babası Hz. Ömer r.a. bir defasında bir çöplüğün üzerinde durmuş. Yanındakiler kötü kokudan burunlarını kapatınca şöyle seslenmiş: "Ne oldunuz! Ardı sıra birbirinize çemkirip dalaştığınız dünya bu değil midir?" (İsfehânî, Hilyetü’l-Evliyâ 1/48). Böylece dünya cazibesinin insanlar arasında dayanışma ve kardeşlik ilişkilerini nasıl kopardığına işaret etmiştir.
Üçüncü gruptaki terâhüm yani karşılıklı merhamet halinde olanlar ise, dünya nimetlerine sahip bulunduklarından, şefkat ve merhamet duygularıyla ellerindekinden Allah’ın kullarına ihsan ederler. Onlar aralarında birbirlerine merhamet edip kollayanlardır.
Anlaşılan o ki, sanki Hz. Peygamber s.a.v. içinde kendisi ve sahabîlerin olduğu tabakayı keşf ve müşahede sahibi kalp ehli; ikinci tabakayı dünya ve nefsleriyle mücadele ve mücahede eden nefs terbiyesi ehli, üçüncü tabakayı ise dünyaya bulaşmış, fakat birbirlerine yardım ve ihsanda bulunan vefa ve şefkat ehli nesiller olarak vasıflandırmıştır. Dördüncü tabakayı da bariz vasfı kavga ve çekişme olan nesil olarak ifade buyurmuştur. Çünkü "tekâtu’ ve tedâbür" kopukluk ve çıkarcılık demektir.
Kopuş ve çıkarcılık
Hadis-i şerifte sonuncu tabakanın kopuk ve çıkar ehli olarak vasfedilmesi, genel geçer hallerinin imanın gerektirdiği kardeşlikten ve ahiret bağlarından kendilerini koparıp, dünyaya bağlanmaları ve çıkarları uğrunda birbirleriyle yarışa girmelerinden dolayıdır. Fert ya da toplum olarak bu durumdakilerin akıbetinin iyi olmadığını tarih ve kaynaklar belgelemektedir.
Hak ve hakikatten kopup fani dünyaya bağlanmanın tehlikesi hususunda şu nebevî uyarı akılda tutulmalıdır:
Hz. Peygamber s.a.v. Ebu Ubeyde r.a.'ı Bahreyn’e göndermiş, o da cizye (gayrimüslimlerden alınan vergi) malları ile Medine’ye dönmüştü. Haberi duyanlar sabah erkenden mescidin önünde toplanırlar. Allah Rasulü s.a.v. bu insanların ne için geldiklerini anlar ve şöyle der:
"Allah'a yemin ederim ki sizin için fakirlikten korkmuyorum. Beni asıl korkutan, sizden öncekilerde olduğu gibi sizin de önünüze dünyalıkların serilmesidir. Nasıl ki onlar dünyalıklara dalıp birbirleriyle yarıştılar ve neticede helak oldularsa, sizin de dünyalıklara dalarak birbirinizle dalaşıp helak olmanızdan korkuyorum." (Buhârî, Rikak, 5/2361; Müslim, Zühd 4/2273)
Yine bir defasında Hz. Peygamber s.a.v. Suffe Ehli’nin yanına, bulundukları çardağa girip selamlaştıktan sonra onlara şöyle bir soru yöneltti:
– Gün gelir de önünüze sabah başka akşam başka yemek konulduğunda, sabah başka akşam başka elbiseler giydiğinizde, Kâbe’nin bezendirilmesi gibi evlerinizi süslediğinizde ne yapacaksınız?
– Ya Rasulallah, o vakit biz müslüman mıyız ki, dediler. Rasulullah s.a.v.:
– Evet, müslümansınız, dedi. Onlar:
– Demek ki o zaman iyi durumdayız ki bize şükretmek yakışır, dediler. Allah Rasulü s.a.v. de şöyle dedi:
– Aksine siz şu an hayır içindesiniz. O durum başınıza geldiğinde aranızda haset başlayacak, ilişkileriniz kopacak, birbirinize buğz edecek ve dünyalık için yarışacaksınız.
Karışıklık ve şiddet zamanları
Hadis-i şerifin devamında, günümüzü de kapsayan beşinci tabaka için söylenenler ise son derece vahim ve ibret vericidir. Şöyle buyuruyor Efendimiz s.a.v.:
"...İkinci yüzyıla kadar ve daha sonrası dönemler ise çalkantı ve karışıklıkların hüküm sürdüğü hercümerç (fitne ve terör) ehlinin tabakasıdır ki, o zamanda artık köpek yavrusu yetiştirmek evlat yetiştirmekten daha hayırlıdır.’’
Hadis-i şerifte bahsedilen insanlık tablosunda hâkim renk artık kavga, çekişme ve şiddettir. İnsanlar dünyalık için birbirlerini ezmeye, her türlü zulüm ve kıyıma başlamıştır. Dolayısıyla karşılıklı güven kalkmış, adalet yerine zulüm hâkim olmuştur. Bu zamanda köpek bakmanın çocuk yetiştirmeye tercih edilmesinin sebebi kimseye güvenin kalmamış olmasıdır. Sahibine sadık, onu tehlikelerden koruyacak, malına bekçilik yapacak köpeğin yetiştirilmesi, yetiştiğinde ebeveynine isyan ve ihanet edecek, mal ve canlarına zarar verecek evlattan daha hayırlıdır.
Son olarak şunu belirtmekte fayda var: Hadis-i şerif insanlığın genel akışı hususunda bir genelleme ile müminleri uyarmakta, hangi tehlikelerle karşı karşıya olduğunu haber vermektedir. Elbette her nesilde ümmet içinde nice âlim, sâlih, hayırlı kul bulunmaktadır. Ve fakat istisnaların genel kaideyi bozmadığına da tarih şahittir.
Hangi zaman ve nesil içinde yaşıyor olursak olalım, Cenab-ı Hak bizi zamane fitnelerinden muhafaza buyursun. Hayırlı, samimi, rızasına layık kullarından eylesin.