Yöneticiler ve Sorumluluk
Yöneticiler ve Sorumluluk
Toplum hayatı insan için bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun layıkıyla yerine getirilmesi de yöneticilerin fedakârlığına ve basiretli olmalarına bağlıdır. İnsanları yönetmek herkesin yapabileceği bir iş değildir; ağır sorumluluk gerektiren bir emanettir. Kurallarına riayet edilmezse kişiyi hem dünyada hem de ahirette sıkıntılara sokar.
Konuma göre sorumluluk
Toplumda herkesin bir sorumluluğu, muhafaza etmesi gereken birçok emaneti var.(*) Sorumluluğun şekli ve ağırlığı kişinin sosyal konumuna göre değişir. Yani statü, meslek ve kültür, toplumda her bir ferde farklı sorumluluklar yükler. Din, hukuk, ahlâk ve töre gibi temeller de sorumluluğu belirleyen kaynaklardır.
Toplum idaresi, kamu yararı ilkesine göre işler; bu yarara uygun kabiliyet ve liyakat gerektirir. Ayrıca yöneticinin dini bütün, takva ve güzel ahlâk sahibi olması beklenir.
Kamu hizmeti yapanların önceliği kendi nefsi veya içinde yer aldığı dar çevre değil, kamu yararı olmalıdır. Çoğu zaman kişisel taleplerini geri plana bırakıp fedakârlık yapmaları gerekir. Bu hususta Ebu Katâde r.a., Hz. Rasulullah s.a.v.’in şöyle dediğini nakleder:
"Bir topluluğun sâkisi (su dağıtanı)suyunu en son içendir."
(Müslim, Sahih, el-Mesâcid 1/472; Ebu Davud, Sünen, el-Eşribe 3/338; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/562)
İmam Kelâbâzi rh.a. bu hadis-i şerifin müslümanların idarî işlerinde görevli olanlara yahut topluma rehberlik edenlere kendi ihtiyaçlarından önce kamu maslahatına öncelik vermelerini işaret ettiğini hatırlatır. (Kelâbâzî, Bahrü’l-Fevâid, s.964)
Sâki, "sucu, su dağıtan" anlamında Arapça bir kelimedir. Su hayattır. İslâm'da insana, hayvana, her türlü canlıya su vermek sevaptır ve sadakadan sayılır. Bu, müslümanların yaşadığı coğrafyalarda geçmişten günümüze sürdürülerek kurumlaşmış bir hizmettir. Fark gözetmeksizin insanlara, hayvanlara, bitkilere su verme işi bir tür kamu hizmeti kabul edilmiş ve bu hizmet gönüllü kişiler, vakıflar veya devlet aracılığıyla yürütülmüştür.
Kamu hizmeti ve görevliler
Kamu yararına ait işler, toplum hayatını iyileştiren, faydası umuma ait olan faaliyetlerdir. Medeniyetimizde "Menâfi-i Umûmiye", "Celb-i Menâfi" ve "Def-i Mefâsid" kavramları ile ifade edilen bu maksat, topluma yararlı olan işlerin yapılması, zararlı olanların ise önlenmesi anlamına gelir ki, küçük büyük demeden en ince ayrıntılara kadar dikkat edilmesi gereken önemli bir meseledir.
Kamu hizmetiyle sorumlu olanların başında devlet başkanı gelir. Siyasî güç ve yetkileri kullanarak toplumu yönetir; adalet, istikrar ve güvenliği sağlar. Devlete yahut topluma zarar verebilecek her türlü tehlikeye karşı teyakkuzda olur. Daima devletin çıkarını, toplumun refahını önceler. Devlet başkanının atadığı yardımcılar da topluma karşı aynı sorumluluğu taşır.
Kamu yararına yönelik hizmet veren zümrelerden biri de âlimlerdir. Onların sorumlulukları siyasî değil, terbiye ve irşaddır. Toplumun eğitimi ve irşadı, dinî değerlerin muhafazası âlimlerin sorumluluğundadır.
Bir diğer sorumlu kesim de gönüllü kamu hizmetkârlarıdır. Bunlar devletin ve milletin selameti için her an vazifeye hazır kişilerdir.
Ayrıca çarşı ve pazarlarda serbest faaliyet gösteren ticaret erbabı ve meslek grupları da toplumun temel ihtiyaçlarının karşılaması açısından kamu yararına iş gören zümrelerden sayılır.
Allah Tealâ'nın emaneti
Sorumluluk taşıyan bütün bu grupların unutmamaları gereken en önemli husus, bulundukları mevkinin ve üstlendikleri hizmetin kendilerine verilmiş bir emanet olduğudur. Maksat ise Allah Tealâ’nın kullarına hizmettir. Emanetin sahibi O’dur. O'nun emanetine hıyanet etmemek, şahsî menfaatlerle bulandırmamak gerekir.
Devlet başkanı halkı korumak, adaleti tesis etmek ve dürüst siyaset yapmak zorundadır. Mazlumların ve iyilerin yanında, zalimlerin ve kötülerin karşısında olmalıdır. Diğer yöneticilerin de, icra ettikleri vazifenin yetkilerine dayanarak özel çıkar elde etmeleri, nefsanî arzularına kapılıp hırs ve şehvet peşinde insanlara musallat olmaları Allah Tealâ’nın verdiği emanete hıyanettir, zulümdür.
Âlimlerin görevi, vaaz ve irşad faaliyetleriyle toplumu dinî konularda aydınlatmak, yöneticilere nasihatte bulunmaktır. Cehaletle baş etmek zordur; sabır ve metanet ister. Bildiğini zanneden cahillere doğruyu öğretmek ise daha zordur; özel gayret gerektirir. Fakat öğrenmek isteyenlere incitmeden, sabır ve müsamaha ile verilen eğitim ve nasihat daima güzel neticeler verir.
Âlimlerin bir görevi de yaşadıkları çevrede akıllı, anlayışlı kişileri araştırıp, onlara uygun ilim ortamları oluşturmak, ilim meclislerine iştiraklerini teşvik etmektir. Bunu yaparken ilmin vakarını düşürücü ve maksadını aşan tavır ve isteklerden kaçınılmalıdır.
Âlimlerin siyasî ikbal, dünyevî menfaat, şöhret, liderlik gibi süflî maksatlar için insanları etrafına toplaması, onlara üstünlük taslaması, hizmet ettirmesi emanete hıyanettir. Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği nimete nankörlüktür. Hiçbir karşılık beklemeden insanları aydınlatmak, fitne ve tefrikaya düşmelerine engel olmak, hakka ve hayra koşma hususunda önderlik yapmak ise Peygamber s.a.v. vârisi âlimlerin özelliğidir. Onlar vakar sahibidirler; fitne endişesiyle ihtiyaçlarını dahi gizlerler.
Dünya ve ahiret kazancı
Tüccarlar ve meslek erbabı da aynı şekilde topluma hizmet ederler. Her ne kadar yaptıkları hizmetin karşılığı olsa da, aslında kamu hizmeti görmektedirler. İşlerini bu açıdan değerlendirir ve kamu yararına öncelik verirlerse sevap kazanırlar. Çünkü bu işi devlet memurları gibi mecburî değil, isteğe bağlı olarak yaparlar. Diğer taraftan kazançlarından vergi ödeyerek kamu maslahatına katkıda bulunurlar.
Meslek erbabının kendi aralarındaki işbirliği ve dayanışma ve teşkilatlaşmanın da toplumun faydasına yönelik olması gerekir. Sırf güç elde etmek için yapılan işbirliği, hem meslek hem de kamu maslahatı açısından doğru değildir.
Daha pek çok alanda toplum faydasının öncelenmesi hususunda geniş açıklamalar yapılabilir. Fakat Efendimiz s.a.v.'in son derece veciz ve zarif ifadeleriyle "Bir topluluğun sâkisi suyunu en son içendir." hükmü bütün meseleyi özetliyor, adeta kanun haline getiriyor.
Bu hadis-i şerif aynı zamanda, O'nun mübarek hayatları boyunca üzerinde sıklıkla durduğu ve vefatından önce vasiyet ettiği "Bir topluluğun efendisi onlara hizmet edendir.’’ düsturunun açıklamasıdır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağir, 4736; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/561)
Allah Rasulü s.a.v.’den sonra Ashab-ı Kiram ve özellikle Râşid Halifeler O’nun emir ve tavsiyelerine uydular; aşırılıklardan uzak, sade hayatları ile sonraki nesillere örnek oldular. Ayrıcalıklı konumlarına rağmen Hz. Peygamber s.a.v.’in öğrettiklerine riayet ettiler; hakkı, adaleti, asaleti ve sadeliği muhafaza ettiler.
Emanet zayi edildiğinde
Efendimiz s.a.v. idareciliği bir emanet olarak değerlendirmekte, ashabını ve onların aracılığı ile bütün ümmeti emanet hususunda sık sık uyarmaktadır. Liyakat ve ahlâk sahibi olmayanların yönetime gelmesini kıyamet alameti olarak saymaktadır.
Hadis kaynaklarımızda konuyla ilgili şu meşhur hadise aktarılır:
Bir defasında Hz. Rasul-i Ekrem s.a.v. oturmuş, sahabilerle sohbet ediyordu. O esnada meclise bir bedevî geldi ve;
– Kıyamet ne zamandır? diye soru sordu.
Hz. Peygamber s.a.v. sohbetine devam etti. Sohbet sona erince:
– Kıyametten soranınız nerede? buyurdu. Soruyu soran;
– Buradayım ey Allah'ın Rasulü, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber s.a.v.:
– Emanet zayi edildiğinde kıyameti bekle, dedi. Bu sefer o adam;
– Emanet nasıl zayi olur? diye sorunca Efendimiz s.a.v.:
– "Yönetim işi, ehil olmayan kimselere verildiğinde kıyameti bekle!" buyurdu. (Buhârî, İlim 1/213)
Benzer bir açıklamayı, Hz. Peygamber s.a.v.’in huzurunda yetişen, hadis rivayeti ve ilmî dirayetiyle meşhur sahabi Abdullah b. Mes’ud r.a. da yapmıştır. Hz. Rasulullah s.a.v.’den işittiği bir hadis-i şerife atıfta bulunarak şunları söyler:
"Eğer ilim ehli, gerektiği gibi ilme ihtimam gösterip muhafaza etseydi ve yine ehline teslim etseydi, yaşadıkları zamanın ve çevrenin efendileri olurlardı. Fakat onlar buna riayet etmediler ve basit dünyalıklar için onu dünya ehline teslim ettiler, sonunda da ihanete uğradılar. Ben Hz. Rasulullah Efendimiz s.a.v.’in şöyle dediğini işittim:
'Kaygılarının hepsini (bir kenara bırakıp) bir tek kaygıda, ahiret kaygısında toplayan kimseyi Allah Tealâ diğer kaygılarından kurtarır. Dünya hallerinin kaygılarına dalan ve çoğaltarak onlarla boğuşan kimseyi de Allah Tealâ derdiyle baş başa bırakır. Hangi kaygı çukuruna düştüğüne ve nasıl helak olduğuna aldırmaz.''’ (İbn Mace, Sünen, İlim 1/95)
Taşa toprağa bile zarar
Tabiîn neslinden Vehb b. Münebbih rh.a. şöyle demiştir:
"Eğer bir yönetici kötülüğe yönelir veya zulmetmeye başlarsa Allah Tealâ onun ülkesini darlık içine sokar; pazarlarda, ekinlerde, meralarda, her şeyde kıtlık meydana gelir. Eğer hayra yönelir ve adaletle hükmederse o zaman da Allah Tealâ onun ülkesinin insanlarını bereketlendirir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de Allah Tealâ şöyle uyarır: 'İşte işledikleri zulüm yüzünden virane kalan evleri! Anlayan topluluk için ibretler vardır.'" (Neml 52)
Ayet-i kerime, bolluk ve refah içinde iken işledikleri zulüm ve düştükleri günahlar sebebiyle helak edilen Semud kavmine işaret eder. Onlardan geriye yüksek kayalara oyulmuş süslü evler ve saraylar kalmıştır.
İmam Fahreddin er-Râzî rh.a. Tefsîr-i Kebîr'de şöyle bir hikâye anlatır:
Eski İran hükümdarlarından adaletiyle meşhur Nûşirevan (Anûşirvan) ava çıktığı bir gün bir avın peşine kendini kaptırmış ve adamlarından epey uzaklaşmıştır. Susuzluk bastırınca bir bağa girer. Gözüne narlar takılır, bağla ilgilenen kişiden bir tane ister. Nar çok suludur. Sıkıp içince tadı hoşuna gider ve bağı sahibinden almaya karar verir. Bir nar daha ister. Fakat bu sefer nar susuz ve tadı da kekremsidir. Adama sebebini sorar; "Herhalde hükümdar zulüm kararı aldı ki zulmün uğursuzluğundan nar bu hale döndü." cevabını alır. Nûşirevan hatasını anlar ve içinden tevbe eder.
Sonra bir nar daha ister. Bu defa nar ilkinden daha sulu ve tatlıdır. "Peki şimdi niye değişti?" der. Adam, "Herhalde hükümdar tevbe edip zulümden vazgeçti." der. Adamın bu sözleri Nûşirevan’a garip gelmez. Çünkü kendisi de aynı düşüncelere sahiptir ve zulmün her türlüsüne bir daha yapmamak üzere tevbe eder. İşte bu yüzden adı adaletle birlikte anılmak suretiyle kıyamete kadar baki kalır.
Öyle ki, bir rivayete göre Hz. Peygamber s.a.v.’in methine dahi nail olmuştur. Hz. Rasulullah s.a.v.: "Ben adil hükümdarın zamanında dünyaya geldim." buyurmuşlardır.
Devlet başkanı ve âlimler, din ve dünya hayatının iki temel direğidir. İnsanlar onlara tâbi olur. Kamu yararına hizmet Allah Tealâ hakkıdır. O, bu hakkı başta yöneticiler olmak üzere toplumun ileri gelenlerinin omuzlarına yüklemiştir. İnsanlara şefkatle muamele edip ihtiyaçlarını karşılamak, adalet, güvenlik, mal ve hizmet temini, alt yapı, imar, ıslah gibi faaliyetlere öncelik vermek Allah Tealâ'nın hakkını eda etmek anlamına gelir. Bu yükümlülüğü layıkıyla yerine getirenlerin dünyada mekânları yüksek, ahirette makamları âlidir.
Aksine kamu görevini kötüye kullanmak, nefsin hevâsı ve çıkar peşinden gidip Allah Tealâ’nın kullarına cefa etmek, emanete ihanet etmek olur ki, dünyada sıkıntılara, ahirette Cenab-ı Hakk’ın huzurundan uzak olmaya sebep olur.
Doğru yolu gösterip kullarını işlerinde başarılı kılan, yanlışa düşmekten, mahvolmaktan onları muhafaza eden, bağışlayan ve her şeyi en iyi bilen yalnız Allah Tealâ’dır.
(*) Peygamber Efendimiz s.a.v.: "Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz yönettiklerinizden sorumlusunuz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Erkek bir sorumludur, o da elinin altındakilerden mesuldür. Hanım bir sorumludur, o da yönettiklerinden mesuldür. Köle de efendisinin malı üzerinde sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür." buyurmuştur. (Buhârî, Cuma 11)