Görüş Bildir

Dünya Hali

Amerikan Rüzgârı Kasırgaya mı Dönüşecek?

“Kelebek etkisi” teorisi, 1972 yılında Amerikalı meteorolog Edward Luiz tarafından ortaya atıldı. Buna göre, Afrika’da kanat çırpan bir kelebek, Amerika’da fırtınaya sebep olabilir. Bundan tam kırk yedi yıl önce, hava durumundaki dönüşümü açıklamak için öne sürülen bu teori, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) yönetimi tarafından öylesine kanıksanmış durumda ki, dünyanın herhangi bir yerinde fırtına çıkarmak istediğinde küçük bir rüzgâr oluşturmaktan başka şey yapmıyor. Hatırlayın, yakın zaman önce de küçük müdahalelerle Türkiye’de kasırga etkisi meydana getirmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştı. Birileri tarafından komplo teorisi olduğu söylense de 2011’den bu yana karşı karşıya kaldığımız tehditleri, sivil ve askerî darbe girişimlerini, ekonomik baskıları ve toplumsal krizleri ABD’den bağımsız düşünemeyiz, düşünmemeliyiz. Keza, Suriye krizinin aktörlerinden olduğunu; Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve -tabii ki- İsrail’e destek vererek bölgeyi kontrol altında tutmaya çalıştığını da unutmayalım. Dolayısıyla, kelebek etkisi Ortadoğu’nun tamamında geçerli.

Doğu’nun yükselen gücü Çin, uluslararası ticaretteki girişimlerle küresel siyasette de son dönemin en önemli aktörlerinden biri haline geldi. Tarihî süreç değerlendirildiğinde, ekonomik anlamda güçlü olmaya başlayan devletlerin hegemonik manada da önlemez yükseliş elde ettiği görülür. I. Dünya Savaşı sonrasında yer kürenin en kıymetli zenginliklerine sahip ülkelerini sömürgesi haline getiren İngiltere, “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” olarak nitelendirilmişti. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın en önemli gayesi, sömürge toprakları ele geçirerek dünyanın en güçlü devleti haline gelmekti. Avrupa’yı kasıp kavuran Hitler’in ordusu şayet Sovyetler Birliği’ni alt edebilseydi, bugün ABD’nin üstlendiği rolde Almanya olabilirdi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra da ABD, ekonomik anlamda güçlenerek ve asıl oyun kurucu olan İngiltere tarafından ön plana çıkarılarak SSCB ile birlikte dünyanın iki önemli devletinden biri olmuştu. Soğuk Savaş’ın nihayete ermesiyle de yaklaşık yirmi sekiz yıldan bu yana “tek büyük güç” olarak uluslararası siyaseti yönlendiriyor.

Çin Halk Cumhuriyeti de, 9 milyon 500 bin küsur kilometrekare toprağı ve 1 milyar 400 milyona yaklaşan nüfusuyla komünal ekonomi düzeninden vazgeçip dünyaya açılmaya başlamasının ardından ABD için büyük bir rakip ve tehdit unsuru haline geldi. Çin’in ticareti Batı’ya kaydırması, ABD’nin pazar olarak gördüğü coğrafyalara yaptığı büyük açılım, Afrika’da bile girişimlerde bulunması, Washington yönetimini rahatsız etti. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla fiilî olarak sona eren Amerika-Sovyetler Birliği mücadelesinin bir benzeri bugün ABD ile Çin arasında yaşanıyor.

“Ticaret savaşı” olarak adlandırılan bu yeni rekabet atmosferinde, Donald Trump öncelikle Çin mallarına yeni vergiler uygulayacağını açıklamıştı. Çin yönetimi de buna karşılık olarak ABD’den tarım ürünü almayacağını duyurdu ve resmî para birimi olan Yuan’ın değerini son yılların en düşük seviyesine çekerek, ABD’nin ticaret alanını sınırlı bir çerçeveye çekmeyi amaçladı. Bu çatışma, yalnızca iki devlete değil, uluslararası ticarette durgunluğa sebep olarak dünyanın tamamına tesir ediyor.

Amerikan Neo-Conları, hiç şüphe yok ki Çin’in restini masada görmekle kalmıyor, araziyi de karıştırarak rakibine diz çöktürmeye çalışıyor. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Güneydoğusu’nda bulunan Hong Kong özerk bölgesi tam da bu tartışmaların gündemde olduğu bir dönemde karıştı. Bölgede suçluların iadesi yasasına yönelik tepkiler üç ay gibi bir sürede toplumsal krize dönüştü. Çin ordusu Hong Kong’a sınır olan Şenzen’e askerî yığınak yaptı. Müdahalenin an meselesi olduğu ifade ediliyor. ABD Başkanı Trump da onbinlerce kilometre öteden “Başkan Şi, halkı tarafından çok saygı duyulan büyük bir lider. Hiç şüphem yok ki Hong Kong sorununu hızlı ve insanî bir şekilde çözmek isterse bunu yapabilir. Bu konuda bir görüşme yapalım mı?” cümleleriyle “nasihat” ederken diğer taraftan, “Çin elbette bir anlaşma yapmak istiyor. Ama önce Hong Kong ile insanî bir şekilde ilgilensinler!” ifadeleriyle de açıktan tehdit ediyor!

Hong Kong’un 1898’de İngiltere ile Çin arasında varılan mutabakatla 99 yıllığına İngiltere’ye kiralandığını, 1997’de de yeniden Çin’e devredildiğini ve 2047’ye kadar yalnızca dış politika ve savunma gibi alanlarda Çin’e bağlı kalarak, idarî bağımsızlığını koruma hakkına sahip olduğunu; yani Uzakdoğu’da İngiltere’nin, dolayısıyla ABD’nin uydusu vazifesini üstlendiğini hatırlatarak şunu söyleyelim:

ABD, İngiltere’den devraldığı yüzlerce yıllık kolonicilik mirasıyla kaç bin kilometre ötede olursa olsun, istediği devletin başını derhal belaya sokabiliyor. CNN’in Hong Kong’lular için yayınladığı “sokağa çıkma rehberi” eylemlerin merkezinin Washington olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum gücü kaybetmenin paniği olarak da yorumlanabilir. Elbette ABD ilelebet dünyanın tek hâkimi olarak kalmayacak. Her ne kadar Amerikan rüzgârı her yerde -şimdilik- kasırga etkisi oluştursa da söz konusu panik havası, önümüzdeki günlerin ekonomik ve dolayısıyla politik olarak ABD için pek çok sıkıntıya gebe olacağını gösteriyor.

DAEŞ’in Yeni Misyonu

Suriye’deki iç savaşın üçüncü yılında, özellikle ülkenin kuzeyinde küresel güçler tarafından kullanılmaya müsait bir yapı, yavaş yavaş ismini duyurmaya başlamıştı. Kendilerini “Irak Şam İslam Devleti” olarak tanımlayan bu örgüt, Ebubekir Bağdadî kod adını kullanan İbrahim Avad İbrahim el-Bedrî’nin etrafında toplanan ve çoğunluğu Saddam Hüseyin Irakı’nda görevli askerlerden oluşmuştu. Ardından Avrupa’dan, Suriye, Irak ve Türkiye’den toplanan kişiler de örgüte dahil olmuş ve başta Suriye olmak üzere Türkiye’nin de aralarında bulunduğu birçok ülkede pek çok terör eylemi gerçekleştimişti. Büyük devletlerin taşeronu gibi hareket eden DAEŞ, aldığı talimatlar doğrultusunda belirlenen hedeflere saldırılar düzenliyordu. Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı ve bir yıla yakın devam eden diplomatik kriz döneminde peş peşe yapılan eylemlerin talimatını başkaları vermiş, onlara da piyonluk yapmak düşmüştü.

Bir süredir bu eli kanlı terör örgütünün sesi soluğu çıkmıyordu. Geçtiğimiz aylarda bu satırlarda ifade etmiştim; kurulmuş saat gibi zamanı geldiğinde harekete geçen DAEŞ Afganistan’a kaydırıldı. Uzun yıllardır iç savaşla mücadele eden kaos ve terör ülkesi Afganistan, bir zamanlar Taliban tehdidi nedeniyle, sonra el-Kaide liderinin burada bulunduğu iddiasıyla sürekli işgal altında tutulmuş ve istikrar kavramı belleklerden silinir hale gelmişti. Şimdi de DAEŞ ülkede konuşlanarak terör eylemleri yapıyor ve adeta yeni bir müdahaleye davetiye çıkarıyor.

Neden Afganistan sorusunun cevabı basit. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Sovyetler Birliği tehdidini savuşturmak için, Suudi Arabistan merkezli “cihadist” bazı kişilere silah ve para yardımı yaparak Afganistan’a göndermiş, Sovyetler dağılınca da 2001’de bu kişileri ikiz kulelere ve pentagona yönelik “terör eylemleri”nde kullanmış, peşinden de afyon ve uyuşturucu bahçesi Afganistan’a göndererek ülkeyi krize sürüklemişti. Böylelikle bir taşla üç kuş vurmuş oldu. El-Kaide’nin etkisiz hale getirilmesinin ardından şimdi de, kuvvetle muhtemel, DAEŞ bahanesiyle Afganistan’da yeni gerilimler sahnelenecek.

Nitekim geçtiğimiz günlerde DAEŞ militanları bir düğüne yaptıkları saldırıda altmış üç kişiyi katletti. Başkent Kabil’de gerçekleşen ve yüz seksen iki kişinin de yaralandığı terör eyleminde hayatını kaybedenler arasında kadın ve çocuklar da bulunuyor. Olay üzerine açıklama yapan Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani, ülkedeki DAEŞ hücrelerinin hepsinin temizleneceğini söyledi. Gani, Taliban’ı da terör örgütlerine zemin hazırlamakla suçladı. Taliban ise saldırıyı kınadığını söyledi ve kadınlarla çocukların katledilmesinin kabul edilemez olduğunu savundu. Ayrıca, Amerikalıların saldırganları önceden neden tespit edemediğinin sorgulanması gerektiğini ifade etti.

Ülkede Taliban’la yapılan sözümona barış görüşmelerine katılan ABD elçisi ise alay edercesine DAEŞ’in ülkedeki mevcudiyetinin müsebbibi kendileri değilmiş gibi timsah gözyaşları dökerek Afganistan’ın DAEŞ’le mücadelesinde mutlak başarı elde etmesine yardım için barış sürecinin hızlandırılmasının lüzumuna işaret etti!

Ülkesinde üretemediği afyonu Afganistan’da imal edip dünyadaki uyuşturucu trafiğini elinde bulunduran ABD; dinî, tarihî ve kültürel ortak paydalarımızın bulunduğu Afganistan’da, 2000’lerin başından bu yana oyunlar sahneleyip duruyor. Bu oyunlar da kendileri adına her zaman mutlu sonla bitiyor! Olan yine Afganistan’ın mazlum milletine oluyor. Suriye’de yaşanan iç savaş kadar kötü olmasa da, Amerikan ve BM askerlerince güvenliğin sağlandığı ifade edilse de her gün Afganistanlı masumlar ya canından oluyor yahut kaçak yollarla ülkeyi terk ediyor. Bir Amerikan atasözü şöyle diyor: “Tek aleti çekiç olan, her şeyi çivi zanneder.” Tek aleti silah olan ABD, bütün mazlumları hedef zannediyor!

İran Sağ Gösterip Sol Vuruyor

Dış politikada kelimenin tam anlamıyla köşe kapmaca dönemini yaşıyoruz. Bugün aynı masaya oturup anlaşma imzaladığımız, el ele tutuşarak poz verdiğimiz bir ülkenin lideri, yarın hakkımızda tehditkâr bir açıklama yapabiliyor. Uzunca bir zamandır etrafımız yangın yerine dönmüş durumda. Irak Savaşı ile başlayan süreç, Arap Baharı ve Suriye iç savaşı ile devam ediyor. Türkiye, yaptığı kritik manevralarla cendereden en az hasarla çıkmayı başardı. Tam “kriz başlıyor” ifadelerinin kullanılmaya başlandığı bir dönemde, bir müzakere ile tehlike atlatıldı. Diplomasi böyle bir şey aslında. Amerikalı sosyal analist Will Rogers’ın dediği gibi; “Diplomasi, eline bir taş geçirinceye kadar ‘cici köpek’ deme sanatıdır!”

Türkiye, Suriye’de kriz başladığında Amerikan merkezli bir dış politika gözeterek Rusya ve İran’sız bir denklemde meseleyi çözeceğini zannederek bazı adımlar attı. Fakat yaptığı bu hamle kazançtan ziyade önemli ölçüde kayba sebep oldu. Bugün yaşanılan sosyal ve siyasî problemlerin çoğu, maalesef Suriye’deki kargaşanın yanlış okunmasından kaynaklanıyor. Sonrasında bu tavırdan vazgeçildi ve Rusya’yla İran’ı da hesaba katarak yeni bir strateji geliştirilmeye çalışıldı. Özelikle 17/25 Aralık sivil darbe girişimi ve 15 Temmuz’un bu değişiklikte önemli role sahip olduğunu söylemeliyiz. Ancak, Suriye’de çözümün çıkmaza girmesi ve iç savaşın taraflardan birinin istediği şekilde neticelenememesi Türkiye’yi tehdit eden bazı durumların sürekli hale gelmesine neden oldu. Ülkenin kuzeyine yönelik operasyonlar bu çerçevede değerlendirilmeli.

Fırat Kalkanı ve Zeytindalı harekâtı, güvenli bölge oluşturmak için önemliydi. DAEŞ unsurları, bu askerî operasyonların ardından büyük oranda bölgeden temizlenmiş oldu. Fırat’ın Doğusu’nda bulunan PYD/YPG güçlerinin bertaraf edilmesine yönelik olarak da yeni bir hareketlilik kaçınılmaz hale geldi. Bu durumdan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) rahatsız. Çünkü Türkiye’ye herhangi bir talebini kabul ettirmek istediğinde, bölgedeki taşeronu PKK/PYD/YPG’yi harekete geçiriyor ve istediğini almaya çalışıyor. Terör örgütüne yaptığı mühimmat ve para desteğini de artık gizlemiyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin Fırat’ın Doğusu’na yapacağı askerî operasyonu engellemek için her yolu deniyor.

Fakat ilginç bir şekilde, harekâttan memnun olmayan başka bir ülke daha var: İran! Pençe Harekâtı sınırına dayanana kadar sesini çıkarmayan ve daha önce ülkesinde barınan PKK’nın İran kolu olan PJAK’ı topraklarından silen İran, ilerleyen süreçte muhtemelen Fırat’ın doğusundaki PYD/YPG güçlerinden kendi namına istifade etmeyi planlıyor. İran parlamentosu Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Başkanı Haşmetullah Felahat Pişe, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada Kürtlere yönelik askerî girişimlerin zarardan başka bir netice ortaya çıkarmayacağını söylemiş ve şöyle demişti: “Biz, Kürt sorununun askerî çözümü olmadığı, kendilerine karşı bir operasyonun da zararı olacağı kanısındayız. Her halükârda tüm ülkeler, bu sorunun stratejik yollardan çözülmesini bekliyor. Bu nedenle konu daha iyi bir yöntemle çözülmeli.”

Daha düne kadar Türkiye ile enerji anlaşmaları imzalayan, Türkiye’yi Rusya’yla birlikte Shanghay Beşlisi’ne davet eden İran’ı şeytan ilan ettiği ABD ile bu noktada aynı çizgiye getiren tavır, dış politikada dostlukların değil çıkarların geçerli olduğu hakikatini yeniden gözler önüne seriyor. Küresel siyasette ateş çemberinin içerisine çekilmeye çalışılan Türkiye, hiç olmazsa içeride birliği tesis ederek düşmanlarına karşı tek yumruk mücadele etmek zorunda. Umarız, müzmin muhalifler de bu gerçeği bir an önce anlarlar!



Semerkand Dergi Logo