Dünya Hali
S-400 Restleşmesinde Kim Kazandı?
Dış politikada son yılların en ilginç krizlerinden birini daha -şimdilik- sağ salim atlatmış bulunuyoruz. 2010’dan bu yana karşı karşıya kaldığımız gerilimler 15 Temmuz 2016’da zirve yapmış, FETÖ NATO’dan ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’den aldığı güçle Türkiye’de hain bir darbe girişimine başvurmuştu. Gezi kalkışması ve 17-25 Aralık sivil darbe girişimlerinde zaten ekonomik olarak sarsılan Türkiye’nin, bu FETÖ hainliği millet iradesiyle boşa çıkartılmış olsa da kolay kolay belini doğrultamayacağı iddia ediliyordu. Fakat devletin sinir uçlarına dokunabilecek kadar ileriye giden ve orduda, emniyet teşkilatında çok ciddi bir şekilde yuvalanan terör örgütüne rağmen Türkiye Suriye’nin kuzeyine kritik operasyonlar düzenledi ve tüm dünyaya “dimdik ayaktayım” mesajını verdi. Yine bu süreçte gerçekleştirilen seçimler, referandum, sistem değişikliği gibi önemli hadiseleri akılda tutmak gerekiyor. Geçmişte on yılda vuku bulsa Türkiye’nin belini doğrultamayacağı türden hadiseler üç yılda zuhur etti. Bir taraftan da terörle mücadele ve ABD ile ilişkilerin seyri, gündemi takip eden herkesin aklına “Acaba nasıl bir sonuçla karşı karşıya kalacağız?” endişesini getirdi.
ABD ile bir yıla yakın süredir devam eden S-400 tartışmaları, hiç kuşku yok ki tüm bu olan bitenin üzerine tuz biber oldu. Özellikle 15 Temmuz hain darbe girişiminin nihayetinde artık zaruri hale gelen hava savunma sistemleriyle ilgili olarak uzunca bir süredir ABD ile pazarlıklar yapılıyordu. Amerikan hava savunma sistemi Patriot’u almak için Türkiye her türlü girişimde bulundu. Fakat Beyaz Saray yönetimi, Patriot’ları kendi koşullarında satmak için Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalıştı. Türkiye ise bu resti gördü ve mahallenin tek esnafının ABD olmadığını ispat edercesine, daha uygun koşullarda Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini satın aldı. ABD’den peş peşe tehditler, dolar manipülasyonları gelse de Türkiye’nin tavizsiz tutumu ve saldırılara karşı geliştirdiği savunma refleksi bu sürecin büyük problemlere maruz kalınmaksızın atlatılmasını sağladı.
Geçen ay Japonya’nın Osaka şehrindeki G-20 Zirvesi’nde Donald Trump ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir araya gelerek konuya ilişkin müzakerede bulundular. Yapılan açıklamada ABD Başkanı daha önce Türkiye’yi hedef alan ifadelerinin aksine, S-400 meselesinin tüm bagajını eski Başkan Barack Obama’ya yükledi ve Erdoğan’ı haklı buldu. Bu görüşmenin hemen sonrasında da S-400’lerin teslimatı başladı. Peşinden ABD, Türkiye’nin F-35 üretimi projesinden çıkartılacağını ve yaklaşık dokuz milyar dolarlık bir kazançtan mahrum kalacağını açıkladı. Trump da, Osaka’da verdiği demeci teyit eden cümleler sarf ederek mevzuyu düşüneceğinin altını çizdi.
Bu hikâyenin bir Türkiye bir de ABD yüzü bulunuyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türk Akımı Projesi ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilişkin sarf ettiği “sözünün eri” ifadesi ve Haziran ayında S-400 anlaşmasıyla ilgili olarak “Erdoğan delikanlı gibi ülkesinin bağımsızlığını gözetti” sözleri, Türk dış politikasının yeni dönem stratejisinin özeti gibi. “Diklenmeden dik durmak” olarak da tarif edilen bu tutum, uluslararası siyasette suların ısındığı bu dönemde alınması gereken en doğru pozisyon. İlerleyen günlerde aynı şekilde Suriye konusu ile ilgili olarak da bir takım yeni gelişmeler yaşanabilir.
Meselenin ABD ile alakalı tarafına gelince: Amerikan Savunma Bakanlığı (Pentagon) bürokratları, Amerikan Senatosu ve Beyaz Saray arasında dünyanın gözü önünde yaşanan münakaşa, ülke içinde bir soğuk savaş yaşandığını gösteriyor. Yavaş yavaş seçim sath-ı mailine doğru giren ABD, öyle görünüyor ki bir süre sonra -en azından seçim sonuna kadar- dünya ile ilgilenmekten ziyade kendi iç polemikleriyle uğraşmak durumunda kalacak. Ekonomik krizin de kapıda olduğu söyleniyor. Arap petrolleri, Afganistan’ın yer altı ve yer üstü kaynakları da yetmiyor artık anlaşılan. Dengelerin değişeceği, küresel sistemde yeni aktörlerin sahneye çıkacağı bir oyun gösterime girecek. İşte bu nedenle daha dik durmalıyız, ayaklarımız yere daha sağlam basmalı. Unutmayalım, Türkiye 783 bin kilometrekareden ibaret değil!
S-400 Yumruğunun Sesi Erbil’den Geldi
Küresel sistemde vekalet savaşlarının yaşandığı bir dönemde bulunuyoruz. Artık devletler herhangi bir karara, eyleme yahut hadiseye cevap vermek için asker gönderip müdahale etmek yerine, çoğunlukla doğuşuna ve gelişimine katkı sağladıkları vekil terör örgütlerini kullanıyor. 15 Temmuz hain darbe girişimini tertipleyen FETÖ, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) güdümlü bir terör örgütüydü. Keza kırk yıla yakın bir süredir mücadele ettiğimiz PKK’ya da yine onlar tarafından sahip çıkılıyor. Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde üzerinde YPG armalı üniforma bulunan ABD askerleri, Okyanus ötesinin örgüte sadece silah yardımı yapmadığının işaretiydi. Türkiye ile ABD arasında yaşanan S-400 gerilimi minimum hasarla sonuçlansa da, iki ülke başkanının müzakerelerinden olumlu bir tablo ortaya çıksa da, bunlar “Derin ABD”nin bu duruma kayıtsız kalacağı anlamını taşımıyordu. Nitekim Türkiye’nin S-400 alarak Amerika’ya vurduğu yumruğun sesi, yine bir vekil terör örgütü eliyle Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (IKBY)’nin başkenti Erbil’den geldi. Her ne kadar ilk günlerde sessiz kalsalar da IKBY’li yetkililer, yapılan araştırmalar sonucu saldırıyı gerçekleştirenin PKK’lı terörist Mazlum Dağ olduğunu tespit etti.
Terörist Diyarbakır doğumlu. Türk diplomatlarının yemek yediği restorana müşteri gibi gidiyor. Yanında bir kişi daha bulunuyor. Üzerinde taşıdığı iki silahı birden çekerek Türkiye Cumhuriyeti Erbil Başkonsolosluğu çalışanlarından üçünün bulunduğu masaya doğru nizamî atış yapıyor ve birini şehit ediyor, ikisini de ağır yaralıyor.
1970’li yıllarda Ermeni terör örgütü ASALA, özellikle Avrupa’da birçok Türk diplomatı şehit etmişti. Türkiye, Avrupa ve Lübnan’da yaptığı gizli operasyonlarla ASALA terör örgütünü yok etmişti. Tam da o sıralarda kurulan ve ilk olarak 1984’te Siirt’in Eruh ilçesindeki kanlı baskınla adını duyuran PKK ve onun gölgesindeki bazı oluşumlar, Türkiye’nin başına dert olmaya devam ediyor. ASALA’nın tarihe karışmasıyla yurtdışında görevli Türk diplomatlarından yalnızca Yunanistan’da Türkiye’nin Büyükelçilik Müsteşarı Ömer Haluk Sipahioğlu, 1994’te bir Yunanlı tarafından şehit edilmişti. Dolayısıyla bu olay yalnızca bir terör eylemi olarak değerlendirilmemeli.
Türkiye, bundan 20 yıl önce işsizlik, enflasyon, sağlık, eğitim, terör gibi bir takım iç meselelerle baş edemiyordu. Bunlardan kurtulup dünyada iyiden iyiye söz sahibi olmaya başlamasıyla açık hedef haline geldi. Çünkü artık başı sıkıştığında IMF’nin kapısına koşan, ABD’den medet uman bir Türkiye yok. Kırk yıldan beri sırtımızda kambur haline gelen PKK teröründen de kurtulmak üzereyken, yine Washington’ın devreye girmesiyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki bazı şehirlerinde sokaklar hareketlenmiş, hendek savaşları başlamış ve “çözüm süreci” tamamlanamadan rafa kaldırılmıştı.
Türkiye, ABD çıkarlarına aykırı bir davranış sergilediğinde PKK kartı masaya sürülerek mesaj veriliyor. Erbil’deki terör eylemini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Türkiye, ABD’nin sunduğu şartlarla Patriot almayınca cezalandırılmış oldu. Bu hain cinayet elbette cevapsız kalmayacak. Fakat PKK’nın dağ kadrosuyla mücadele ederken, sivil kanadının barışa, huzur ve istikrara yönelik söylem ve eylemlerinin de dikkatle takip edilmesi gerekiyor. Ayrıca ağızları her açıldığında vatan millet sevgisinden bahseden birilerinin, başlarını ellerinin arasına alıp kimlerle kol kola yürüdüklerini düşünmeleri gerekir.
Libya’nın Yeni Korsanı
Arap Baharı’nın etkilerinin en şiddetli şekilde kendini gösterdiği ülkelerden biri Libya. 2011’de Kaddafi’nin trajik bir şekilde devrilmesinden sonra ülkede istikrar bir türlü sağlanamadı. Devrim, pek çok kişide daha demokratik bir rejim kurulacağı ümitlerini yeşertmişti. Fakat vaziyet hiç de öyle değil. Önce birbirleriyle çekişmeli kişilerin yönetimi aradaki anlaşmazlıkları büyüttü. Ülkenin güneyinde hâlâ kaos devam ediyor. Kuzeyinde ise nispeten daha huzurlu bir ortam olsa da hayat adeta ipte yürümek kadar zor. Nitekim geçtiğimiz günlerde başkent Trablus’ta yeni kargaşalar yaşandı. Diğer taraftan da ülkenin yeni Kaddafi’si olarak tanımlanan General Halife Belkasım Hafter kendi diktatörlüğünü inşa etmeye çalışıyor.
Hafter’in kişiliği ilginç. Sovyetler Birliği’nde askerî eğitim alan General Hafter, 1969’da Kral İdris’in devrilmesinde Muammer Kaddafi ile birlikte rol aldı. Kaddafi’nin Çad’a saldırdığı 1986 yılında mağlup olup üç yüz askerle esir edilince Kaddafi’nin gözünden düşerek ihanetle suçlandı. Hapse atıldı, 1990’da CIA ile yapılan pazarlıklar sonucu serbest kaldı ve ABD’ye yerleşti. Siyasî sığınma hakkı verilen Hafter, bütün enerjisini Kaddafi aleyhinde propaganda yapmaya harcadı. Hem rejim hem de muhalifler tarafından CIA ajanı olmakla itham edildi. Bu haklı bir iddiaydı, çünkü CIA tarafından Kaddafi’nin elinden alınan Hafter, ABD’de CIA’nın merkezine yakın bir yere yerleşmişti! 2011’de isyan başlayınca Libya’ya döndü. Mısır’daki isyancıların başına geçerek Kaddafi’ye karşı bayrak açtı. Devrimin ardından iki yıl yargılandı, Birleşmiş Milletler (BM)’nin desteklediği seçimlerle beraber de yeniden ön plana çıktı. Ulusal televizyonlarda ülkeyi kurtarma planları açıklayan darbeci general, 2014’te radikal İslâmcı olarak nitelendirdiği gruplara “Kerame Operasyonu” adını verdiği eylemlerle saldırdı. 2015’te Tobruk Temsilciler Meclisi’nce Libya Ulusal Ordusu Komutanı tayin edildi.
Hafter, birdenbire elde ettiği bu güce tek başına sahip olmadı tabii ki. Arkasında kendisini destekleyen ABD, Rusya, Fransa, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkelerin oluşturduğu bir konsorsiyum bulunuyor. Gerekçeleri de manidar: DAEŞ gibi terörist unsurlarla yaptığı mücadele! Fakat Hafter de tıpkı vekil terör örgütü DAEŞ gibi çalışıyor.
Temmuz ayının başında Türkiye’ye yönelik ağır açıklamalar yapan Hafter, altı Türk vatandaşının da kaçırılması talimatını verdi. Türkiye’nin verdiği sert tepkiler Libya korsanlarının geri adım atmasını sağladı ve altı Türk vatandaşı serbest bırakıldı. Fakat korsanlık Hafter ve milislerinin ruhuna öyle işlemiş ki, şimdi de Bingazi milletvekili Siham Serkyave kaçırıldı. Serkyave, Hafter’in Trablus saldırısını desteklemediğini açıklamış, bunun üzerine tehdit edilmişti. Akibeti henüz bilinmiyor.
Anlaşılan o ki, Muammer Kaddafi’nin devrilmesi üzerine Libya’da süren kaos büyük devletlerin iştahını kabartıyor. Trablus’ta kurulan Ulusal Mutabakat Hükümeti uluslararası örgütler ve devletler tarafından tanınmıştı. Ancak, Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni tanıyan devletler diğer taraftan da ona yönelik saldırılar tertipleyen Hafter’i destekliyor.
20. yüzyılın başlarında Kuzey Afrika’daki devletler yine birilerinin güdümü ve teşviği ile çıkan isyanlarla kurulmuştu. Bugün de bahsedilen devletler tarafından desteklenen yönetimlerin sonu bir öncekilerden farklı olmayacak. Korsanlığa soyunan Hafter için de böyle. Ancak olan mazlumlara oluyor maalesef. Allah Tealâ müslümanlara, kenetlenerek zalime karşı omuz omuza durabilme şuuru nasip etsin.