Görüş Bildir

Necmeddin Kübrâ k.s. ve Kübreviyye Yolu

Necmeddin Kübrâ k.s. ve Kübreviyye Yolu
İslam coğrafyasını ilim ve zikir halkalarıyla mamur eden tasavvuf yollarından biri de Kübreviyye’dir. Pîri Şeyh Necmeddin Kübrâ k.s.’dir. Asıl adı Ahmed b. Ömer Hayvekî’dir. İlimdeki üstün payesi nedeniyle “Necmüddîn: Dinin Yıldızı”, ilmî münazaralardaki büyük üstünlüğü sebebiyle de “Tammetü’l-Kübrâ: Büyük Darbe” lakapları ile anılmıştır. Zamanla bu iki lakap “Necmüddîn-i Kübrâ” şeklinde birleşmiş ve isminin yerine kullanılmaya başlanmıştır.
Şeyh Necmeddin Kübrâ k.s. 550 yılında  (miladî 1155) Hîve şehrinde doğmuştur. Babası Ömer Hayvekî, Hîve’de kumaş tüccarı olup eşraftandır ve oğlunu ilim tahsiline yönlendirmiştir. Otuz beş yaşlarına kadar dönemin en iyi medreselerinde, büyük âlimlerden ilim tahsil etmiştir. 
Bir rüya ve arayış
Nefâhatü’l-Üns adlı meşhur tasavvufî eserde belirtildiğine göre, bir hadis yolculuğundan döndüğü bir gece Allah Rasulü s.a.v.’i rüyasında görür. Rüyada ilmî mertebesinden dolayı kendisine lakaplar verilmektedir. O da Allah Rasulü s.a.v.’den bir lakap ister. “Ebu Cennâb: Çok Yüz Çeviren” buyurulur. Necmeddin Kübrâ k.s. bu rüyayı dünyadan yüz çevirmesi gerektiğine dair bir manevi emir olarak yorumlar. Artık mürşid arayıp dervişliğe baş koyacaktır, fakat bir türlü aradığı mürşidi bulamaz. Şeyhlerin bazı uygulamalarından ya da dervişlerin bazı hallerinden rahatsız olur. Kendisi gibi ilim meclislerinde baş köşeye oturtulan birinin her mürşide teslim olması kolay değildir. 
Bu arayış esnasında bir yolculukta hastalanır. İstirahate ve bakıma ihtiyacı vardır. Huzistan adlı beldede kalacak bir yer aramaya başlar. Çoğu yerde olduğu gibi burada da yolculara tekkeler kucak açmaktadır. Şeyh İsmail Kasrî k.s.’nin dergâhı tarif edilir. Dergâha vardığında ülfetle karşılanır. Bir şeyler yedirilir ve yatacak yer gösterilir. Ancak hastalığı ve takatsizliği hemen geçmez. Adeta dergâha ve dervişlere mahkûm kalır. 
Bir zikir günü dergâhta istirahatte iken Şeyh İsmail k.s. yanına gelir; “Halkaya katılmak ister misin?” diye sorar. Necmeddin Kübrâ k.s. dergâhlarda en fazla sesli zikir ve sema edilmesinden rahatsız olmakta, bunları doğru bulmamaktadır. Şimdi ise mecburen kaldığı dergâhın şeyhi kendisini sesli halkasına, devran etmeye davet etmektedir. Kendini mecbur hisseder, evet diyerek teklifi kabul eder. 
Şeyh İsmail k.s. onu zikir meclisinin ortasına alıverir. Mürşidin talimatlarına göre bir müddet orada devr eder. Sonra Şeyh onu bir duvara yaslayarak bırakır. Necmeddin Kübrâ k.s. bu anlarda artık yere yığılacağını düşünmektedir. Fakat gece yastığa başını koyduğunda günlerdir kendisini takatsiz bırakan hastalığından hiçbir şey kalmadığını fark eder. Aradığı mürşidin bu zat olduğuna kanaat getirir, bir gün sonra da intisab eder. Orada bir müddet daha kalır, çeşitli manevi haller yaşamaya başlar. 
Dergâhta günler gelip geçerken bir gece şöyle düşünür: “Bâtınî hallere şeyhim vesilesiyle nail olsam da zâhirde benim ilmim ondan daha çok!” Sabah namazından sonra Şeyh İsmail k.s. adeti olmadığı halde onu yanına çağırır ve yola çıkmasını ve Şeyh Ammâr-ı Yâsir’e hizmet etmesini emreder. Bunun üzerine Necmeddin Kübrâ, bu hak dostunun dün akşamki haline muttali olduğunu, bu vakitten sonra diyecek ve yapacak bir şey olmadığını anlar. Belli ki manevi haller yaşamaya başlasa da nefsi hala diridir. 

‘Bir sille seni senden alır’
Necmeddin Kübrâ, Şeyh Ammâr k.s.’nin dergâhına gider. Orada da epey mesafe kateder. Ancak Horasan’ın en güzel medreselerinde, en yüksek derecedeki âlimlerden ilim tahsil etmiş olduğu gerçeği hâlâ önüne çıkmaktadır. Bu dergâhta da bir gece vakti aklından bir öncekine benzer şeyler geçiverir. Sabah olunca da Şeyh Ammâr kendisine kapıyı gösterir. Der ki: “Şeyh Ruzbihân’a var, o bir sille ile seni senden alır!” 
Böylece Necmeddin Kübrâ k.s. bâtın ilminde her anın edeplerle örülü olduğunu ve hakiki sûfilerin aklından geçenlere dahi muttali olabilen yüksek yaratılışlı kişiler olduğunu tecrübe eder ve emre uyarak Şeyh Ruzbihân k.s.’nin dergâhına gider. 
Buraya vardığında şeyhi dışarda az bir su ile abdest alırken bulur. Necmeddin Kübrâ k.s., şeyhin abdest aldığı suyun miktarını yadırgar, fakat bir şey demez. Şeyh abdestini alır ve ıslak ellerini onun yüzüne ve sakalına sürüverir. Sonra da hiçbir şey demeden doğruca odasına girer ve âlimlerin adeti olduğu üzere iki rekât abdest namazı kılmaya başlar. 
Necmeddin Kübrâ k.s. şeyhin ardından odaya girmiş, edeple ayakta beklemektedir.  O esnada bir zuhurat yaşar: Kıyamet kopmuş insanlar cehenneme sürüklenmektedir. Bir tepede Şeyh Ruzbihân’ı görür. Cehennemin verdiği korku ile hızla yanına koşar. Ümitle önce eline oradan da ayağına sarılır. Şeyh Ruzbihân, ayağına sarılmış halde bulunan Necmeddin Kübrâ’nın ensesine şiddetli bir sille vurur ve “Sakın bir daha hakikat ehlini inkâr etmeyesin!” diye ihtar eder. 
Necmeddin Kübrâ k.s. uyanıklık haline geçince şeyhin namazı bitirmiş, selam verdiğini görür. Zuhuratın etkisiyle hemen rüyadaki gibi ayağına kapanmak ister. Fakat bu defa ayan beyan rüyadaki silleyi yer ve “Sakın bir daha hakikat ehlini inkâr etmeyesin.” ikazını alır. Şeyh Necmeddin k.s. bu olayla birlikte kalbinde benlik ve büyüklenme gibi hastalıklardan eser kalmadığını söylemiştir. 
Şeyh Ruzbihân k.s., Necmeddin Kübrâ k.s.’yi tekrar Şeyh Ammâr-ı Yâsir k.s.’ye gönderir. O da, artık nefsinin ayıplarından arınan, kemalât yolunda menzile ulaşan Hz. Pîr’e tarikat icazeti verir ve Harezm’de görevlendirir. 
Sınırlar aşan irşad
Tasavvuf ilmine hayli itirazların olduğu Harezm’de irşada başlayan Necmeddin Kübrâ k.s., ilmi ve manevi kemalâtıyla hemen ilgi odağı haline gelir. Burada kısa sürede hüsnü kabul görerek ilim ve irşadla meşgul olmaya başlar. Sadiyye yolunun piri Şeyh Sadeddin Hamevî, Şems-i Tebrizî’nin şeyhlerinden Baba Kemal, Hz. Mevlâna’nın babası Bahâeddin Veled, Mecdüddin el-Bağdâdî, Necmeddîn Dâye gibi büyük sûfiler feyzinden istifade edenler arasındandır. Cenab-ı Hak cümlesinin sırrını mukaddes kılsın. 
Necmeddin Kübrâ k.s., 1221 yılında Moğolların Harezm’i işgalinde şehirden çıkma imkânı varken çıkmamış, cihadı tercih etmiştir. Sâdeddin Cebâvî k.s. ve diğer bazı büyük talebelerinin ise şehirden ayrılmalarını emrederek irşadı devam ettirmelerini sağlamıştır. Kendisi bir grup müridiyle savaşa katılmış ve Moğollar tarafından şehid edilmiştir. 
Anlatıldığına göre savaş esnasında bir kâfirin perçeminden tutmuş, şehid olunca dahi perçemi bırakmamıştır. Sonunda mecbur kalıp saçı kesmişlerdir. Molla Câmi k.s., Hz. Mevlâna’nın Divan-ı Kebir’inde geçen şu beyitlerin bu durumu anlattığını nakletmiştir: “Bir elden nûş edip îman şarâbın / Bir elde perçem-i kâfir tutarlar.”
(Hak âşıkları bir eliyle şehitlik şerbeti içerken, diğer eliyle de kâfirin perçemini tutarlar.)
Zâhir ilimlerde üstün payeye ulaşmış olan Hz. Pîr müellif sûfilerdendir. Onu Arapça sekizi Farsça olmak üzere on sekiz eseri bulunmaktadır. Bunların çoğu tasavvuf ilmine dair olup en meşhuru Usûl-i Aşera isimli seyr ü sülûk menzillerinin anlatıldığı eserdir. Bunlar dışında pek çok kitap ve evrad da şeyhe nispet edilmiştir. Allah Tealâ makamını âlî eylesin. 
Kübreviyye Anadolu’da
Necmeddin Kübrâ k.s.’nin halifeleri ile büyüyen ve Moğol istilaları yüzünden yaşanan göçlerle İslâm coğrafyasına hızla yayılan Kübreviyye müstakil bir tarikat haline gelmiş ve zamanla kollara ayrılmıştır. Bazı müelliflerin belirttiğine göre Bahaeddin Veled, Necmeddin Kübrâ’nın halifesidir. Buna göre Kübreviyye’nin kısa zamanda Anadolu’ya geldiğini söylemek mümkündür. 
Bu durumda sadece Sultanü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled değil, oğlu Hz. Mevlâna ve Kayseri’de medfun bulunan Seyyid Burhaneddin Tirmizî de birer Kübrevî şeyhidir. Ayrıca Bursa’da medfun bulunan Emir Sultan ile Vesîletü’n-Necat isimli meşhur mevlidin sahibi Süleyman Çelebi, Anadolu’daki bilinen Kübrevî şeyhleridir. Hak Tealâ hepsinin sırrını mukaddes eylesin.
Kübreviyye tarikatı, Şeyh Abdüllâtif Câmî k.s. vesilesiyle İstanbul’a gelmiştir. Bu zatın 1543 senesinde İstanbul’da Kanunî Sultan Süleyman’la görüştürüldüğü bilinmektedir. Bununla birlikte bir evliya ansiklopedisi mahiyetinde olan Sefîne-i Evliyâ’da Kübreviyye’ye dair yalnızca Emir Sultan’la birlikte Bursa’ya gelen Horasan velîleri zikredilmekle yetinilmiştir. Bu yolun diğer tarikatlara karışarak müstakil şekilde neşet etmediği belirtilmiştir. 
Bu tespiti haklı çıkaran en önemli husus, Kübreviyye’nin Nakşibendiyye ile mezcolunduğu hakikatidir. Mesela Ahmed Cavnpurî ile Hindistan’a ulaşan Kübreviyye yolu İmam-ı Rabbânî k.s.’de Nakşibendiyye ile mezcolunmuştur.  Nakşibendiyye pîrlerinden Mevlâna Hâlid k.s. sadece Nakşibendî değil, aynı zamanda Kübrevî şeyhidir. Bu noktada Nakşibendiyye’nin “câmiu’t-turuk: tarikatları bünyesinde toplayan” vasfını hatırlamak gerekir. Bu manada Nakşibendiyye ile Sühreverdiyye ve Çiştiyye arasında olduğu gibi Kübreviyye yolu ile de tabii bir bağ vardır. Bu bağın bir tezahürü olarak Nakşibendîler Hatme-i Hacegân meclisinde Kübreviyye yolunu, bu yolun mürşid, halife ve sevenlerini hatme sevabına ortak edip dualarına katarlar. Allah Tealâ cümlesinden razı olsun.

Nakşibendiyye ve Kübreviyye İrtibatı
Nakşibendiyye ve Kübreviyye irtibatına dair dikkat çekici bir anekdotu, yakın dönemin büyük Nakşibendiyye mürşidlerinden Abdülhakim el-Hüseynî k.s.’nin talebelerinden merhum Mehmet Ildırar anlatmıştır. 
Buna göre, Abdülhakim el-Hüseynî k.s. bir teveccüh esnasında “Ey Necmeddin-i Kübrâ! Ben de senin pencerenin dibinde oturdum. Ne olur bana da nazar et!” beytini okumuştur. Bu beyit, Necmeddin Kübrâ k.s. hazretlerinin bir menkıbesine telmihen söylenmiştir. Nefâhatü’l-Üns’te zikredilen söz konusu menkıbe şöyledir: 
Bir gün Necmeddin Kübrâ k.s. Ashab-ı Kehf hakkında sohbet etmektedir. Malum, Ashab-ı Kehf’in “Kıtmîr” adlı köpeği de meşhurdur ve Kur’an-ı Kerim’de dört defa zikredilmektedir. Sohbet meclisinde bulunan Sadeddin Hamevî k.s.  “Acaba bu ümmette de köpeğe tesir edebilecek bir zat var mıdır?” diye düşünür. 
Bu esnada şeyh, dergâhın penceresinden görünen bir köpeğe nazar eder. Köpeğin hali değişir. Kendinden geçme halleri görülür. Kabristana gider, başını yerlerde sürür. Hatta gittiği yerlerde köpekler etrafında dolaşır, fakat ulumazlar ve havlamazlar.


Semerkand Dergi Logo