Görüş Bildir

Üzüntülerimiz Sevinçlerimiz

Başlıktaki “Üzüntülerimiz Sevinçlerimiz” ifadesinin kitaplarımızdaki karşılığı “Keder ve Safa” şeklindedir. Mesela tasavvufun bir tarifi de “kederden safaya ulaşmaktır.”

Keder, kelime manasıyla kaygı, tasa, gam, acı ve hüzün demektir. Günlük hayatımızda, “kederlenmek”, “keder çekmek”, “keder vermek” gibi tabirleri kullanmaktayız.

Safa ise üzüntü ve kederden uzak olmak, endişe çekmemek, rahat, huzur, iç ferahlığı, saflık ve duruluk manasındadır. Halk arasında “safa sürmek” tabiri, zevk ve eğlence içinde yaşamak manasında kullanılır ki çoğunlukla sonu vebal ve cefadır. “Safa geldiniz” ve “safa getirdiniz” gibi tabirler ise dostlar için kullanılan hoş temennâlardır.

İnsanlar, değer sistemi başta olmak üzere pek çok nedenle keder ve safayı farklı anlayabilmekte, farklı şeylere kederlenip safayı farklı yerlerde arayabilmektedir. Bu yazıda bu iki kavramın neden farklı anlaşıldığını, farklı şekillerde yaşadığını ve farklı sonuçlara ulaşıldığını konu edineceğiz.

Keder ve safa yerine bazen üzüntü ve sevinç, dert ve derman, darlık ve genişlik, ağlama ve gülme, stres ve huzur, mutsuz ve mutlu tabirlerini de kullanacağız.

İnsan deyince

Yüce Yaratıcımız, “Biz insanı çok keremli (şerefli ve değerli) yarattık.” (İsra 70) buyurur. Onu en güzel kıvam ve kabiliyette donattığını haber verir. (Tîn 4)

İnsan iki yönlü bir varlıktır. Bir yönü toprağa, bir yönü melekût âlemine aittir. Maddî yönü beden, manevî yönü ruhtur. Buna insanın zâhiri ve bâtını da denir. İnsanın zâhirî kısmı toprak, hava, su ve ateş unsurlarının terkibiyle oluşmuştur. Bedenin et, kemik, ilik, sinir, kan ve diğer dokuları bu kısma dahildir. İnsanın manevî ve bâtınî yönü ise melekût âlemine ait latif cevherlerden oluşur; ruh, kalp, akıl, sır ve diğer latifeler bu kısma dahildir.

İnsanî ruh, cevher olarak melekût âlemindendir. O, iman, marifet ve ilahî muhabbetle görevlidir. İnsana Yüce Allah’ı tanıması ve melekût âlemiyle irtibat kurması için verilmiştir. Yüce Allah bu ruh sayesinde insana öyle bir yücelik, güzellik ve ayrıcalık kazandırmıştır ki, onun sebebiyle meleklere secde emri vermiştir. Ayette bu durum şöyle anlatılır:

“Bir zaman Rabbin meleklere şöyle dedi: Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona şekil verip düzenleyince ve ruhumdan üfleyince, kendisine secde edin.” (Sâd 71-74)

Kâinat insan için, insan ise Âlemlerin Rabbi’ne kulluk ve dostluk için yaratılmıştır. “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat 56) ayet-i kerimesi her şeyi özetliyor. Bu ne güzel bir tercih, ne muazzam bir görev ve ne yüce bir şereftir! Ruh nimetle değil, nimeti verenle huzur ister. Fani sevgililerle değil, Ebedi Dost’la huzur bulur. Ruhun ve nefsin hakkını verenlere Kur’an-ı Kerim’de “ulû’l-elbâb: gerçek akıl sahipleri” denir.

İnsan, ruhundaki özellikleri ile kâinatın efendisi, kalbi ve kıblesi yapılmıştır. Âlem onun emrinde ve etrafında pervane olmuşken o neyin peşinde dönüyor? Hz. Mevlâna k.s. der ki:

“Gerçekten de insanın asıl gıdası Allah’ın nurudur. İnsana sadece hayvanların gıdası olan şeyleri vermek uygun değildir. İnsanın asıl gıdası ilahî aşktır, ilahî akıldır. Fakat insan, manevî hastalığı yüzünden asıl gıdası olan nuru bırakıp sebze gibi toprakta yetişen gıdalarla yetindi. İnsan, ruhunun gıdası olan nuru unuttuğu ve maddî şeylerle avunduğu için huzursuzdur. Yüzü sararmıştır. Ayakları titremektedir. Kalbi telaşla çarpmaktadır. Hiç yeryüzündeki canlıların gıdalandığı toprak ürünleriyle, gökyüzündeki meleklerin gıdası olan nur bir olur mu? Manevî devlete erişen Allah’ın has kullarının gıdası nurdur. O gıda gönülle yenir, onun için ele ve ağza gerek yoktur.” (Şefik Can, Mesnevî Şerhi, 1-2/342-243)

Yüce Mevlâmız bütün kalp sahiplerine şu hakikati duyuruyor: “Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ın zikri ile huzur bulur.” (Ra’d 28)

Sevginin kıblesi Yüce Allah’tır. Bitmeyen sevinç ve huzur O’nunladır. Kalbini O’nunla mamur etmeyenlere daimî huzur haram kılınmıştır. Hazineyi yanlış yerde aramayalım. Allah tevbe edenleri sever, huzuruna geleni kabul eder.

Üzüntü ve sevincin perde arkası

Şimdi bir düşünelim. Kâinatın göz bebeği yapılan ve Yüce Mevlâ için yaratılan bir insanın asıl sevinci ve üzüntüsü, derdi ve hedefi ne olmalıdır?

Cenab-ı Hakk’ın katından ve sırrından olan insanî ruha, üzerinde fanilik damgası bulunan dünya mülkleri, süsleri ve tatları yeter mi? Allah’ın halifesi olan insanı sadece hayvanî gıdalar doyurur ve mutlu eder mi? Sonsuz bir aşk için yaratılmış insan gönlü, fani sevgi ve ölümlü sevgililerle daimî bir huzur bulabilir mi? Cemâlullah’ı seyre layık görülen ve davet edilen insanın, mevsimin başında açıp sonunda solan çiçeklerle sevinmesi ve yetinmesi reva mıdır?

Bir hadis-i şerifte buyurulur ki: “Sabaha çıktığında, en büyük derdi dünya olan kimsenin Allah’tan alacağı ve O’nun katında bulacağı hiçbir şey yoktur.” (Hâkim, Müstedrek, 4/317, 320; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 8453)

Diğer bir hadis-i şerifte ise şu nazik hale dikkat çekilir: “Dünya için üzülerek sabahlayan kimse, Yüce Rabbi’ne kızarak sabahlamış olur. Başına gelen musibetten şikâyet ederek sabahlayan kimse, ancak Allah Tealâ’dan şikayet etmiş olur. Bir zengine elindeki maldan nasiplenmek için boyun eğen kimse, Allah Tealâ’yı gazaplandırır.” (Taberânî, el-Mu’cemü’s-Sağîr, nr. 726; Heysemî, ez-Zevâid, 10/248)

Bazıları, “İnsan sevinçlerinin ve üzüntülerinin toplamından ibarettir.” der.İnsan düşünen, seçen, seven, üzülen ve sevinen bir varlıktır.

Her insan, derdi kadar değerli, hedefi kadar şereflidir.

Hz. Mevlâna k.s. der ki “Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesini, neye güldüğünden akıl seviyesini anlarsın.”

Hadis-i şerifte geçtiği gibi, derdi dünya olanın hâsılası, mideden çıkandır. (Dünyanın yenen yemeğin sonuna benzetilmesiyle ilgili hadis-i şerif için bkz: Ahmed, Müsned, 3/452; Taberânî, el Kebir, nr. 8138; Heysemî, ez-Zevâid, 10/288)

Dünyada nice saltanatların sonu zillet olmuştur. Dünya için çekilen nice oh’lar âh ile bitmiştir. Nice gülmeler hüzünle sonuçlanmıştır. Nice gözyaşları boşa gitmiştir.

Müslüman, karnı kadar kalbinin gıdasını da dert etmeli. Elbisesi kadar edebini güzel yapmayı da düşünmeli. Kaybettiği bir malına âh çektiği gibi, kaybolan dinî değerleri için de ciğeri yanmalı. Kaza yapan arabasına canı sıkıldığı gibi, kazaya kalan namazına da üzülmeli.

Karnı doyunca sevinen, süsüyle çalım satan, yeni arabasıyla hava atan, yeşillik görünce yüzü gülen, gölgede keyfeden, havuzda safa süren, biraz başı ağrısa hayata küsen, azıcık ticareti bozulsa battım diye feryat eden, yalnızken canı daralan, acıkınca sinirlenen, kıtlık olacak diye korkan, fakirlikten nefret eden, kapısında dilenci görmek istemeyen kimsenin sevincinin veya üzüntüsünün ne önemi var? Onun gülmesi yersiz, sevinci değersiz, üzüntüsü gereksizdir.

Elbette her müminin de bir derdi olmalı. Hiç kedersiz, dertsiz, düşüncesiz, endişesiz mümin olmaz. Hiçbir derdi olmamak en kötü derttir. Her müminin imanı ve yakınlığı kadar Allah için bir derdi vardır, olmalıdır. İnsan Hak için çektiği dert kadar değerlidir. Allah için dökülen gözyaşları cenneti satın alır. İlahî aşkla çekilen âhlar cehennem ateşini söndürür. Hak için halka hizmette dökülen terler cennette miske dönüşür. İnsanlık için dertlenmek, başını ağrıtmak, ağlamak peygamberlerin görevidir. Hak âşıklarının işidir. Öyle ki âlemlere rahmet gönderilen Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Mekke müşrikleri imana gelmiyorlar, Hakk’a dönmüyorlar, ateşe gidiyorlar diye neredeyse kendini helak edecekti. (Kehf 6; Şuara 3). Allah Tealâ O’nu teselli etti, O’nun işinin hakka davet ve tebliğ olduğunu haber verdi.

Arş’ı taşıyan melekler yeryüzündeki müminlerin affı için yalvarırlar. O muazzam işleri ve ibadetleriyle birlikte insanların derdine düşerler. (Mümin 7-9). Hak âşıkları da aynı derdi paylaşırlar. Sûfiler içinde ümmet için ağlayan sıddıklar mevcuttur. Onlara “Bekkâûn” denir. Ümmetin imanını kurtarmak için ateşe girmeyi göze alan Allah adamları vardır. Bunun niçin ve nasıl olduğunu ehl-i dünya anlamaz. Mümin müminin kardeşidir, parçasıdır. Müminler bir vücut gibidir, acıları ve sevinçleri ortaktır. Bir kimse başını tehlikeden koruduğu gibi, elini ve ayağını da korur. Müminler de böyledir. Kendisinden başkasını dert etmeyen bencilleri, yukarıdaki hadis-i şerifin devamında, Efendimiz s.a.v. şöyle uyarıyor:

“Müminlerin dertleriyle dertlenmeyen kimse onlardan değildir.” (Hâkim, Müstedrek, 4/317, 320; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 8453)

Öyle dertler vardır ki insanın pek çok derdine derman olur. Bunun için Niyâzî Mısrî k.s. der ki:

“Derman arardım derdime; derdim bana derman imiş / Bürhan arardım aslıma, aslım bana bürhan imiş.”

Hz. Mevlâna k.s. der ki: “Dert, gizlice Allah’ı anmana vesile olacaksa bütün dünya mülkünden değerlidir.”

Şeyh Ebu Saîd Ebü’l-Hayr k.s. der ki: “Dert, Cenab-ı Hakk’ın kulu belalardan koruduğu bir hisardır. Dünyada nimet içinde olanların nimeti dünyadır. Ahirette nimet içinde olanların nimeti ise derttir. Şirkin mahalli şımarıklık, imanın mahalli hüzündür.” (İbn Münevver, Muhammed, Tevhidin Sırları, s. 321, Semerkand Yayınları, 2015)

Dünya safa yurdu değil

Dünyayı yanlış tanımayalım. Burası safa yurdu değil. Dünya hayatı, safasında bile bir sürü cefa bulunan, hamuruna hüzün, ayrılık ve ölüm katılmış olan bir yurttur. Burası cennet değildir ki insan hiç acıkmasın, hasta olmasın, yorulmasın, bunalmasın, daralmasın, terlemesin, kızmasın, üzülmesin, yaşlanmasın, korkmasın, ölmesin. Bu dünyada Yüce Allah’ın en has kulları olan peygamberlerin en fazla musibet ve dertle yüz yüze gelmesi, onun nasıl bir yurt olduğunu anlamaya yeterlidir. Efendimiz s.a.v. buyuruyor:

“İnsanlar içinde en şiddetli belaya uğratılanlar peygamberlerdir. Sonra manevî derecelerine göre diğer insanlar gelir. Kişi, dini ölçüsünde belaya uğratılır.” (Tirmizî, Zühd 57; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed, Müsned, 1/172)

Bu bela, içi hikmet, marifet ve muhabbet yüklü tecellilerdir. Âşıkla maşukun arasında cereyan eden cilvelerdir. O, âşığın cevherini parlatan, kalbinden ağyarı yakıp atan bir ateştir. Dışı zahmet, içi rahmettir. Hz. Mevlâna k.s., “Biz dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik” der.

Divan şairlerimizden Yenişehirli Avni ise işimizi şöyle özetler:

“Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik / Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik.”

Yani “Sanmayın ki bu dünyaya makam mevki istemeye geldik. Biz bu âleme bir yâr için âh etmeye, dert çekmeye geldik.”

İbn Ataullah İskenderî k.s., Hikem’de der ki: “Bu dünyada yaşadığın sürece, üzüntü veren şeylerin olup durmasına şaşırma! Dünya sadece sahip olduğu özelliğini ve ayrılmaz vasfını ortaya koymaktadır.Ondan gönlünü çekesin diye Allah dünyayı hüzün mahalli ve keder madeni kıldı.”

Ziya Paşa der ki:

“Âsûde olam dersen eğer gelme cihâna,
Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan.”

Yani “Eğer mutlu olayım dersen bu cihana hiç gelme. Çünkü meydana düşen, ‘kaza’ taşından kurtulamaz.”

“Her âkile bir derd bu âlemde mukarrer,
Rahat yaşamış var mı gürûh-ı ukalâdan.”

Yani “Her akıllının bu âlemde bir derde uğrayacağı kararlaşmıştır (bellidir). Akıllılar topluluğundan, rahat yaşamış olan biri var mı?”

Dünyayı yaratan Rabbimiz onu şöyle tanıtır:

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. Dünyanın hâli bir yağmura benzer ki, onun bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur, onu sapsarı görürsün. Nihayet çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre) çetin bir azap veya Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı metâdan başka bir şey değildir.” (Hadîd 20)

Rasulullah s.a.v. bir hutbesinde dünyaya karşı hepimizi şöyle uyarmıştır:

“Ey insanlar! Bu dünya felâh değil, helâk dünyasıdır. Ferahlık evi değil, hüzün evidir. Dünyayı tanıyan onun rahatlığıyla sevinmez ve sıkıntısıyla üzülmez. Dikkat edin! Dünya bela, imtihan; ahiret ise mükâfat yeridir.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummal, nr. 6203)

Dünya, görülen tatlı bir rüyaya benzetilmiştir. Uyanınca her şey biter, geride hayali ve hasreti kalır. Yine dünya bir gölgeye benzer, birazdan kaybolup gider. Dünya, başka bir yönüyle tuzlu suya benzer. İçtikçe ciğeri yakar, insanın susuzluğunu artırır. İçi zehirli tatlı elmaya da benzer. Yiyen pişman bile olamadan ölür gider. Diğer bir yönüyle dünya bir denize benzer, bu denizde yol alacak insan da gemiye... Denizde yol alan gemi suyun üzerinde ise yüzüp gider, suyu içine alırsa dibe iner. Dünya kalbe girerse onu harap eder. Kalp ya da gönül Mevlâ içindir.

Müfessir İbn Acibe rh.a.’in dediği gibi, dünya için yapılan bu benzetme ve uyarılar, sırf dünya ile meşgul olan ve sürekli onun peşinde koşan kimse içindir. Allah’a taat yolunda harcanan yahut evlad ü iyalin geçimi gibi zaruri ihtiyaçlarda kullanılan ve taatları yapmaya yardımcı olan dünya malına gelince; o bu benzetmenin içine girmez.

Hz. Mevlâna k.s. der ki: “Gelgitlerin olmadığı bir hayat düşünebilir misin? Hüzün olgunlaştırır. Kaybetmek sabrı öğretir. Gönlüne belalar geldikçe gülerek karşıla. Şükrü ve sabrı öğreniyorsun, korkma! Rıza makamı yakın sana. Gönlünü hoş tut sen. Sabreden erer. Sevenlerin duası her yerde geçer. Mutsuzluk dediğin durmaz gider. Dönecek devrandan şüphen mi var?”

Şu beyitler dünyanın halini özetliyor:

Gâh sefa buldu gönül âyinesi, gâh keder,
Böyledir hâb-ı cihan, böyle gelir, böyle gider.

“Gönül aynasında bazen safa göründü, bazen de keder. Böyledir dünya rüyası, böyle gelir, böyle gider.”

İşin aslı gönül safası

Bir söz vardır: Kalbi güzel olan güzel düşünür. Güzel düşünen güzel bakar. Güzel bakan daima güzellik görür. Ebu Cehil gibi kalbi karanlık olan ise meleği çirkin, şeytanı güzel görür. Yani herkes hangi renkte gözlük takmış ise âlemi öyle görür.

Tasavvuf ehli, safa deyince, kalbin ağyardan temiz olmasını ve Yüce Allah ile huzur bulmasını kasteder. Ağyar, Yüce Allah’ın razı olmadığı her şeydir. Tasavvufu, “kalbi sâfi hale getirmek ve Cenab-ı Hakk’ı müşahede etmek” şeklinde tarif edenler de olmuştur. Sûfi, kalbi sâfi olandır. Sâfi olan safa bulur.

Kalbin safası bütün inkâr, şirk isyan, gaflet, itiraz ve kötü ahlâktan temizlenmesiyle gerçekleşir. Bu hale “kalb-i selim” denir. Hakk’ı müşahede makamıdır, ihsan halidir, kulun Allah’tan, O’nun da kuldan razı olmasıdır. Bu kalbi elde etmek için ârifler, bütün ömürlerini ve canlarını vermişlerdir. Çünkü cennet safası o kalptedir. İçinde kalb-i selim bulunmayan beden bir tortudan ibarettir ve her işinin sonu cefadır.

Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki: “Kalp güzel olursa, bedenin bütün işleri güzel olur; kötü olursa bedenin bütün işleri kötü olur.” (Buharî, İman 39; Müslim, Musâkât 107; İbn Mâce, Fiten 14; Darimî, Büyû’ 1)

Allah Rasulü s.a.v. insanların en hayırlısını şöyle tarif buyurur: “O, içinde hiçbir aldatma, fesat, hıyanet, kin ve haset bulunmayan; takvalı, temiz kalp sahibidir.” (İbn Mâce, nr. 4216; Ebu Nuaym, Hilye, 1/240; Beyhakî, Şuâbü’l-İman, nr. 6604; Münzirî, et-Terğîb, 3/551)

Gönlü sâfi olanlar dünyada cennet gibi bir hayat yaşarlar. Çünkü onların gönlünde ilahî sevgi taht kurmuştur. Onlar Allah ile zengin olmuş ve huzur bulmuştur. Artık bu kalbin sahibi cennet ehli gibi hep hamd, zikir, dua ve selamla meşgul olur. Allah için sever, sevilir. Onun hiçbir müminle hesabı ve çekişmesi yoktur. Onların halini İbn Ataullah İskenderî k.s. ne güzel ifade eder:

“İlahî, seni kaybeden neyi bulmuştur ve seni bulan neyi kaybetmiştir?”

Hz. Mevlâna k.s. der ki:

“Eğer daima cennette olmak istersen herkesle dost ol; hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Fazla bir şey isteme ve kimseden fazla olma. Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen merhem ve mum gibi ol; iğne gibi olma!

Şu içinde bulunduğun tek anlık ömrünü fırsat bil ve Rabbin’le meşgul ol. Ne geçmişe üzül ne gelecekten kork.

Gönül kazanmak istiyorsan sevgi tohumu ek. Cenneti kazanmak istiyorsan yollara diken serpmekten vazgeç!”

Gönlü ilahî sevgi ile sâfi olan ve Muhammedî edeple süslenen kimse, başına gelen acı şeylerden dahi tat alır. Yüce Mevlâ’nın işlerine karşı, “Yârdan gelen başım gözüm üstüne. Sevgilinin her işi sevgilidir. İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” der. Fakirlikte, yalnızlıkta, hastalıkta, ölümde bu edebini korur. Yüce Sevgili de onu cennet saraylarında ağırlar. Bu âşık der ki:

“Yârin cefası cümle vefadır; cefa değil,
Yâri cefa kılar diyen ehl-i vefa değil.”

Efendimiz s.a.v., “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez. Kibir, doğruyu kabul etmemek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, İmân 147; Ahmed, Müsned, 4/133-134) buyurmuştur.

Kendini beğenen, kibirli, katı yürekli, sert, kaba kimse gibi yalnız, sevimsiz ve bedbaht kimse yoktur. Onun çilesi hiç bitmez. Haset eden de böyledir. Bu kimselerin gönlünde devamlı kin, kibir, hırs ve itiraz ateşi yanmaktadır. Onun cehennemi içindedir. Tevbe edip kalbini bu ateşlerden kurtarana kadar ona dünyada ve ahirette huzur yoktur. Kendini bile sevemeyen bu tür huysuz, geçimsiz, sevimsiz zalimlerin arkasından denecek söz şudur:

“Ne kendisi etti rahat, ne âlem buldu huzur / Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur!”

Reçetemiz: Rıza, sevgi, sabır

Ârifler der ki, sevginin tadı yâr için çekilen çile kadardır. Aşkın bedeli canana can vermektir. Canı kıymetli olanın dini değersiz olur. Din, Allah’a kurban olmaktır.

Hz. Musa a.s. bir münacatında Allah Tealâ’ya:

– Ey Rabbim, kulların içinde hangisi sana daha sevimlidir? diye sordu. Allah Tealâ:

– Sevdiğini elinden aldığımda bana teslim olan ve isyan etmeyen kimsedir, diye vahyetti. Hz. Musa a.s.:

– Ya Rabbi, kulların içinde en çok kime gazap edersin? diye sordu. Allah Tealâ şu cevabı verdi:

– Bir işte önce benden hayırlısını isteyip, ben bir hüküm verdiğimde takdirime kızan kimsedir.” (Ebu Tâlib, Kalplerin Azığı, 3/173, Semerkand, 2003; Gazâlî, İhyâ, 5/65, Beyrut, 2000)

Allah Tealâ kudsî bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Kim benim kazama rıza göstermez, verdiğim musibete sabretmezse benden başka bir rab arasın!” (Beyhakî, Şuâbü’l-İmân; nr. 200; Taberânî, el-Kebîr, 22/321; Heysemî, ez-Zevâid, 7/207; Süyûtî, es-Sağır, nr. 6009, 6010, 9027)

Kul Yüce Rabbinden razı olursa Rabbi de ondan razı olur. Kadere itiraz eden kimse, başını bir demir tokmağa vurmuş olur. Demire ne olacak, olan başa olur!

Rivayet edildiğine göre bir adam Rasulullah s.a.v.’e gelerek:

– Ya Rasulallah, seni seviyorum, dedi. Rasulullah s.a.v.:

– Öyleyse fakirliğe hazır ol, buyurdu. Adam:

– Ben Allah Tealâ’yı da seviyorum, deyince Efendimiz s.a.v.:

– Öyleyse bela ve imtihana hazır ol buyurdu. (Bezzâr, Müsned, nr. 3595; Heysemî, ez-Zevâid, 10/274)

Hak aşığı, Aziz Mahmud Hüdâî k.s. der ki:

“Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül yahut diken
Ya hil’at ü yahut kefen
Lütfun da hoş kahrın da hoş.”

Abdülvahid b. Zeyd rh.a. demiştir ki: “Karda uyuyan bir adama rastladım, ona, ‘Üşümüyor musun?’ diye sordum. Adam, ‘Allah’ın muhabbetiyle meşgul olan kimse üşümez’ dedi.” (Benzer bir haber için bk. Sülemî, Tabakâtü’s-Sufiyye, s. 196)

Yatak beğenmeyen nefsimize Yavuz Selim’den bir beyit:

“Dün gece yâr hanesinde yastıcağım taş idi. / Altım toprak, üstüm yaprak; yine gönlüm hoş idi.”

Sadi Şirâzî k.s. der ki: “Hüner sahipleri, cefa gördükleri halde muhabbet gösterirler.

Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner / Gamu şâdi-i felek öyle gelir böyle gider.”

Hz. Mevlâna k.s. der ki: “Sevginin diğer bir adı da sabırdır: Açlığa sabredersin adı ‘oruç’ olur. Acıya sabredersin adı ‘metanet’ olur. İnsanlara sabredersin adı ‘müsamaha’ olur. Dileğe sabredersin adı ‘dua’ olur. Duygulara sabredersin adı ‘gözyaşı’ olur. Özleme sabredersin adı ‘hasret’ olur. Sevgiye sabredersin adı ‘aşk’ olur.

Ne istersem ben Mevlâ’dan isterim. Verirse yüceliğidir, vermezse imtihanım.

Allah’tan bir şey istersen kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil. ‘Ne zaman?’ dersen bilemem ama açılmaz diye ümitsiz olma, yeter ki o kapıda durmayı bil.”

Hüzün hâlinde ne yapalım?

Hüzün, Hak’tan gelen bir elçidir; bizi Dost’a davet etmektedir. Keşke hüznün dilinden anlasaydık. Hüzün safanın kardeşidir, ikisi de aynı kaynaktan gelir. Ne gelirse kuluna Allah’tan gelir, her iki halde de kula edep gerekir.

Kul bilsin ki, çektiği çile dünyada ilk değildir, son da olmayacaktır. Dünyada olan her şey zamana bağlıdır, zamanla akıp gider; acı da tatlı da biter. Onun için bir sıkıntıya düşen kimse, “Alan da O, veren de O; bu da geçer yâ Hû!” deyip o sıkıntının tahakkuku esnasında mümince bir tavra bürünürse, sıkıntısı saadet sebebi olur. İşte birkaç edep:

Rivayet edildiğine göre, Abdullah b. Abbas r.a.’ın kızı vefat edince kendisine haber verildi. İbn Abbas, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn: Biz Allah içiniz ve şüphesiz O’na döneceğiz” ayetini okudu ve sonra:

“O bir avrettir; Allah örttü. Üzerimizde bir yüktür, bakımını Allah üstlendi. Bir sevaptır, Allah onu önden gönderdi.” dedi. Sonra iki rekât namaz kıldı. Peşinden: “Allah Tealâ’nın emrettiğini yaptık. Çünkü Allah Tealâ, ‘Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.’ (Bakara 153) buyurdu” dedi.

Ayrıca Efendimiz s.a.v.’in öğrettiği şu duaya devam etmeli: “Allahım derin üzüntü ve kederden, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, ağır borç içinde ve insanların kahrı altında ezilmekten sana sığınırım.”

Hz. Mevlâna k.s. der ki:

“Eğer bir gün büyük bir derdin olursa, Rabbine dönüp ‘büyük bir derdim var’ deme. Derdine dönüp ‘büyük bir Rabbim var’ de.

Bir derdin, sıkıntın varsa Âlemlerin Rabbi’ne aç. Çünkü O ne anlatırsan dinler, ‘yine mi sen’ demez.

İnsanlar senin kalbini kırmışsa üzülme! Rahmân, hadis-i kudsîde ‘Ben kalbi kırıkların yanındayım’ buyurmadı mı? O halde ne diye üzülürsün ey can?

‘Derdim var’ diyorsun. Sanma ki dert sadece sende var! Şunu bil ki sendeki derdi nimet sayanlar da var.

İstediğin bir şey olursa bir hayır, olmazsa bin hayır ara.

Derdin ne olursa olsun korkma. Yeter ki umudun Allah Tealâ olsun. Herkes bir şeye güvenirken senin güvencen Yüce Mevlâ olsun.

Derdin ne olursa olsun, bir abdest al, seccadeni ser, odanın bir köşesine otur ve ağla, dilersen hiç konuşma. O seni ve dertlerini senden daha iyi biliyor, unutma. Dua ederken ona kırık bir gönülle el kaldır. Çünkü Allah Tealâ’nın merhamet ve ihsanı gönlü kırık kişiyedir.

Şunu iyi bil: Bir şey olmuyorsa ya daha iyisi olacağı için ya da gerçekten olmaması gerektiği için olmuyordur.”

Ârifler der ki: Allah var, gam yok!



Semerkand Dergi Logo