Görüş Bildir

İhlâs'ın İlk Ayeti ve Üç Mertebe

“De ki: O, Allah birdir.” (İhlâs 1)

İhlâs suresi Mekke’de Nâs suresinden sonra inmiştir. Dört ayettir. İhlâs, dini hurafe ve bid’atlerden temizleyerek saf hale getirmek demektir. Bu sure dinin temelinin temeli olan tevhidi en saf ve en güzel şekilde ifade ettiği için İhlâs suresi diye adlandırıldığı gibi, tevhidi birkaç kelime ile çok kapsamlı ifade ettiği için “Esas”, “Tevhid”, “Tefrid”, “Tecrid”, “Necât” isimleri de verilmiştir. Arap dilinde bir şeyin isimlerinin çokluğu, o şeyin faziletinin çokluğuna işarettir. Surenin diğer isimleri ve manaları şöyledir:

Mukaşkışa: Tedavi eden. Bir şeye yönelten. Kim bu sureyi idrak halinde bulunursa şirk ve nifak hastalığından şifa bulur.

El-Muavvize: Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber s.a.v., Osman b. Maz’un r.a.’ın yanına girdi, bu sureyi ve bundan sonraki iki sureyi okuyarak onu Allah’ın korumasına havale etti. Sonra buyurdu ki: “Bu surelerle Allah’a sığın. Çünkü bunlardan daha hayırlısı ile sığınamazsın.” (Nesâî, İstiâze 1) İhlâs, Felâk ve Nâs surelerinin üçüne birden “Muavvizât: Kendileriyle Allah’a sığınılan” denir.

Bu sayılan isimlerin dışında, Allah Tealâ’yı anlattığı için “Nisbet”; kabir azabına ve cehennem ateşine engel olması sebebiyle “Mânia”; bu sure okunurken meleklerin hazır bulunması sebebiyle “Muhdar”; şeytanı korkutup kaçırdığı için “Müneffire”; insanı şirkten arındırıp uzaklaştırdığı için “Berâe”; tevhidin özünü ve Allah Tealâ’yı hatırlattığı için “Müzekkire”; insanın içini aydınlattığı ve Kur’an-ı Kerim’in nuru kabul edildiği için “Nûr”, tevhid akidesini kabul edenlerin Allah tarafından güvende kabul edilmeleri müjdesine ulaştırdığı için “Eman” isimleri de verilmiştir.

Surenin faziletleri

Allah Tealâ bir önceki surede (Tebbet) Ebu Leheb’i kınamış ve inkârından dolayı ona azap vaadetmişti. Bu surede de bizi cehennem ateşinden kurtaracak tevhid inancını öğretir. Surenin özellikleri arasında Allah Tealâ’ya şirkten uzak tutması, saf tevhid inancını işlemesi, sadece Allah Tealâ’dan bahsetmesi ve dünya ya da ahiretle alakalı hiçbir muhtevası olmaması, kalbi nifak, şirk ve günah kirlerinden temizlemesi, okuyanı şeytandan, dünyanın hastalık ve dertlerinden, ölüm anındaki sıkıntılardan, ahiretin dehşetinden ve cehennemin ateşinden kurtarması sayılabilir.

Allah Rasulü s.a.v. bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

“Kul Hüvellâhu Ehad suresi, Kur’an’ın üçte birine denktir.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’an 13; Müslim, Müsâfirîn 251, 259; Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 11)

Bir başka hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“Yedi kat gökler ve yedi kat yer, Kul Hüvellâhu Ehad suresindeki tevhidi ispat için yaratıldı.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 2265; Suyûtî, es-Sagîr, nr.1020)

Yani bütün kainat bu surede anlatıldığı gibi Yüce Allah’ın birliğini ispat etmek ve yüce zatını tanıtmak için yaratılmıştır.

Rasulullah s.a.v. bir adamın İhlâs suresini okuduğunu işitince;

– Ona vacip oldu, buyurdu. Oradakiler;

– Ona ne vacip oldu, diye sorduklarında;

– Cennet vacip oldu, buyurdu. (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 11; Hâkim, Müstedrek, 1/566)

Bir adam Efendimiz s.a.v.’e gelerek fakirlikten ve geçim darlığından şikâyette bulundu. O da;

– Evine girdiğin zaman içeride biri varsa selam ver. Eğer kimse yoksa bana selam ver (salâvat getir) ve Kul Hüvellâhu Ehad suresini oku, buyurdu.

Adam söylendiği gibi yaptı, Allah Tealâ ona bol rızık ihsan etti. Öyle ki gelen rızık kendisine yettiği gibi komşularına da ikramda bulundu. (Taberânî, el-Kebîr, 2/340; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 20/224)

Hz. Aişe r.anhâ validemizin şöyle dediği nakledilmiştir:

“Allah Rasulü s.a.v. her gece yatağına girince avuçlarını birleştirir, içine üfler ve avuçlarına Kul Hüvellâhü Ehad, Kul Eûzü bi-Rabbi’l-Felâk ve Kul Eûzü bi-Rabbi’n-Nâs’ı okur, sonra avuçlarını yüzüne ve elinin erdiği yere kadar vücudunun her yanına sürerdi. Bunu üç kez yapardı.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’an 14; Tirmizî, Duâ 21)        

Nüzul sebebi

Bütün bu faziletleri ve sayılamayacak kadar hikmetleri kendisinde toplayan İhlâs suresinin iniş sebebi olarak şu rivayetler nakledilmiştir:

Müşrikler Hz. Peygamber s.a.v.’e gelerek; “Bize, kendisine davet ettiğin Rabbini tanıt, O’nun sıfatlarından bahset; altından mıdır, gümüşten midir, nasıldır?” dediler. Allah Rasulü s.a.v. sükût buyurdu. O anda bir cevap vermedi. Sonra bu sure indi. (Tirmizî, Tefsîru Sûre 1-2; Ahmed, el-Müsned, 5/134)

Başka bir rivayete göre yahudilerden bir grup toplanıp Allah Rasulü s.a.v.’e geldiler ve dediler ki:

– Ya Muhammed! Senin mabudunun sıfatı nedir? Bize bildir de biz O’na inanalım. Çünkü senin rabbin gökleri dumandan, iblisi ateşten yarattı. Peki kendini neyden yarattı? Altından mı, gümüşten mi? Yoksa başka madenden mi?

Bunları işiten Allah Rasulü s.a.v. öfkelendi, rengi değişti. Tam o esnada Cebrail a.s. bu sure-i celileyi getirdi. Demiş oldu ki: “Ya Muhammed! Sana sual eden kâfirlere de ki: Benim Rabbim ki, biz O’na taparız. O Allah’tır. Birdir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Ortağı yoktur. Mülkünde tektir. Her işe kâdirdir. Yardımcısı yoktur. Kendisiyle kâim olandır.” (Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, 8/670-671)

Sure-i celilede Allah Tealâ’nın tek olduğu ve bütün varlıkların O’na muhtaç olup hepsinin ihtiyacını gördüğü belirtilmektedir. Allah Tealâ, Ayetü’l-Kürsî ve İhlâs suresinde olduğu gibi hiçbir kitapta ve dinde böyle güzel tarif edilmemiştir. (Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; İmam Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l-Kur’an; Celâleddin es-Suyûtî; Esbâbu’n-Nüzûl; İbn Acîbe el-Hasenî, Bahru’l-Medîd; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân)

De ki...

Cenab-ı Hak, sure-i celilenin başında mealen buyuruyor ki:

“De ki: O, Allah tektir.”

Surenin başındaki bu “De ki” hitabı, Allah Rasulü s.a.v.’e ve hitap edilme değeri taşıyan herkesedir. Söyleme, bildirme emrinin açıkça zikredilmesinde, ilahî bir açıklama yapıldığının bilinmesine, aynen söylenmesi ve tebliğ edilmesinin istendiğine işaret vardır. Yani Allah Tealâ’nın bildirdiği hak sözü şeksiz şüphesiz kalbinle doğrulayarak ve dilinle söyleyerek kendi vicdanında söylediğin gibi başkalarına da tebliğ et, söyle; herkes de böyle söylesin anlamı vardır. Peki, söylenecek olan nedir?

“O, Allah tektir.”

“Hüve: O” zamiri Arapçada söylenecek olan bir cümlenin önemini, muhtevanın büyüklüğünü vurgulamak için kapalı olarak cümlenin başına getirilir. Sonra mesaj, “gerçek şudur” vurgusuyla önündeki cümle ile açıklanır. Çünkü bir şeyi önce kapalı bırakıp sonra açıklamak, bir mesajın verilişindeki tesiri artırır. Bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki, o büyük mesaj, dava Allah Tealâ’nın bir ve tek olmasından ibarettir. Bu da imanın esasını meydana getirir. Allah Tealâ, celâl ve cemâl, bütün kemâl sıfatları ile varlığı kendisinden olmakla tek ilahlık vasfına sahiptir. Yani gerçek mabud olan Hak Tealâ tektir, birdir.

Hüve: O

Bir başka izaha göre surenin başındaki “O” zamiri, Allah Rasulü s.a.v.’e sorulan şeye aittir. Yani “Sizin o sorduğunuz, Allah’tır.” demektir. Çünkü rivayete göre müşriklerin Rasulullah s.a.v.’e; “Kendisine davet ettiğin Rabbini bize tarif et, onun nesebini bize bildir, onu bize anlat.” demeleri üzerine bu sure nazil olmuştur.(Tirmizî, Tefsir 112/1)

Ayet-i celilede “O” zamirinden sonra “Allah” lafza-i celâli kullanılmıştır. “Allah” lafzı bütün esmâ-i hüsnânın manasına birden işaret eder. Kaşânî rh.a. der ki: “Kanaatimize göre Allah lafzı zât-ı ilahiyenin bizzat kendisinin ismidir.”

“Allah” ismi, O’nu zikreden dilin aziz olduğu en aziz kelimedir. O dilden daha aziz olan ise bu ismin sahibini tanıyan kalptir. Bundan da aziz olan, O’nu seven ruhtur. Bundan da aziz olan, O’nu gören bir sırdır.

Bir kişi iman ettiği Allah Tealâ’nın zatını değil, ama sıfatlarını bilebilir. Bilmelidir de. Bilsin ki Rabbine olan imanı kemâl basamaklarında ilerleyebilsin.

Allah Tealâ’nın sıfatları ya “zâtî” ya “sübûtî”dir. Zâtî sıfatlar yalnızca Cenab-ı Hakk’a mahsustur, başka hiçbir varlıkla müşterekliği söz konusu değildir. Mesela “kıdem” ve “beka” sıfatları tamamen ve yalnızca Allah Tealâ’ya mahsustur. Başka hiçbir varlıkta bulunmaz. Sübûtî sıfatlar ise mahiyet farkıyla birlikte insanlarda da bulunur. Mesela Allah Tealâ irade sahibidir, insanın da iradesi vardır. Fakat Allah Tealâ’nın iradesi sonsuz ve mutlaktır; insanın iradesi ise sınırlı ve kayıtlıdır. O’nun iradesi sonucu var olmuştur.

Allah Tealâ’nın tekliği

Kendisine ibadet edilmeyi hak eden, varlığı zorunlu olan, bütün kemâl sıfatlarına sahip bulunan Allah tektir (ehad). O’nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortağı yoktur. O’nun zatına bir sınır çizilemez ve yüceliği herhangi bir sayı veya kıyas ile anlatılamaz. O evveldir; bir başlangıcı yoktur. Âhirdir, bir sonu yoktur.

Yüce Allah’ın tek olmasının üç manası vardır:

• Allah Tealâ ilah olarak tektir; âlemin içinde dışında ikinci bir ilah yoktur. Bu, sayıyı ortadan kaldırır.

• Allah Tealâ, zatı ve sıfatlarıyla da tektir. O’nun bir eşi, ortağı, benzeri ve dengi yoktur.

• Allah Tealâ varlığı itibarıyla da tektir. Zatında bir bölünme, parçalanma olmaz.

“Ehad” kelimesi Arapça “bir” demek olan “vâhid” anlamında da kullanılmakla birlikte iki ifade arasında önemli farklar vardır. “Vâhid” kelimesi sayısal birlikle ilgili iken, “ehad” kelimesi hiçbir sayı kabul etmeyen, hiçbir şekilde iki olma ihtimali bulunmayan hakiki teklik manasındadır. Allah Tealâ’ya özgüdür, O’nun tekliğini ve eşsizliğini ifade edir. O’ndan başkası için kullanılmaz. Aynı kökten gelen “vâhid” kelimesi ise bir, tek, yegâne varlık anlamında Allah Tealâ’nın sıfatı olmakla birlikte, O’ndan başka varlıkların sayısal anlamda birliğini ifade etmek için de kullanılır.

Fahreddin Râzî’nin, ondan da Elmalılı Hamdi Yazır rh.aleyhimâ’nın aktardığına göre “ehadiyyet” ile Allah Tealâ’dan başka hiçbir şey nitelendirilemez. Türkçede de “bir” ile “tek” arasında fark vardır. Bir, genellikle “aynı türden birçok varlığın biri” anlamında kullanılır. “Tek” ise “türdeşi olmayan, eşi benzeri olmayan” manasına gelir.

Üç isim, üç mertebe

Bu açıklamadan sonra ayet-i kerimeye bütünlüklü bakacak olursak:

Bu ayet-i celiledeki “Hüvallâhu ehad” ifadesi üç isimden ibarettir ve bu cümledeki her bir isim Allah Tealâ’ya “seyr-i ilallah” edenlerin, manevi yolculuklarının makamlarından bir makamdır. Burada Cenab-ı Hak’ın insanların üç sınıfına ve o sınıfların mertebelerine işaret ettiği de söylenmiştir.

Birinci makam: Allah Tealâ’yı işaret eden “Hüve: O” zamirinin idrak seviyesi âriflerin mertebesidir. Ârifler, “Bunlar nedir?” sorusuyla şeylerin mahiyetine ve hakikatine bakmışlar ve Allah Teâlâ’dan başka varlık görmemişlerdir. Ehadiyyet denizi onları çepeçevre sardığından ve hakiki var oluş gözlerinin önüne açıldığından “O” denilince sadece Allah Tealâ’yı hatırlarlar. Başka kimse, başka varlık akıllarına gelmez. Onların idrakinde Allah Tealâ aşikâr olup, asla ispata muhtaç değildir. Bütün varlıklar, bütün oluşlar O’na muhtaçtır, O’nunla kâimdir. Dolayısıyla varlıklara özü ve mahiyeti itibariyle bakıldığı zaman yok hükmündedir. Varlığı kendisinden olmayan varlıklar, var olabilmek için bir sebebe, bir var ediciye muhtaçtır. Bu sebeple ârifler Allah Tealâ dışında hakiki mevcut görmemişlerdir.

Bir konuşma sırasında “Hüve: O” ifadesi kullanıldığında, neyin kastedildiğini belirlemek için, konuşan ile dinleyen arasında daha önce bir şeyin zikrolunmasına ya da işaret edilen şeyi belirleyen bir açıklamanın bulunmasına ihtiyaç vardır. Fakat ârifler “O” ifadesiyle doğrudan Cenab-ı Hakk’a işaret ederler. Çünkü onlar Allah Tealâ’yı tanımak için işarete, delile muhtaç değildir. O’ndan başka bir şey görmedikleri için “Hüve: O” onlar için kâfidir.

Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere sûfîlerin “Hû” ismi ile zikretmeleri sahihtir.

İkinci makam: Ârifler mertebesinden sonra “ashâb-ı yemîn: Allah ve Kur’an yolunda çalışanlar”ın mertebeleri zikrolunmuştur ki birinci makamın bir alt derecesidir. Çünkü onlar Hakk’ı mevcut görmüşler, aynı zamanda halkı da mevcut görmüşlerdir. Dolayısıyla da mevcutlarda çokluk hâsıl olmuştur. Biri varlığı zorunlu olup yok olması imkan dışı Hakk’ın zatı, diğeri de yok iken var, var iken yok olabilen yaratılmışların çokluğudur. Bu durumda “Hüve” lafzı Allah Tealâ’yı işarette yeterli olmamıştır. Bunun için kendisiyle Hakk’ın halktan ayrıldığı bir ayırt ediciye ihtiyaç vardır. Bunlar “Hüve: O” zamirinden Hakk’ın zatını anlamak için yanında Allah ismine de muhtaçtır. Bunlar Allah Tealâ’yı varlığının delilleriyle bildiklerinden ya da O’nun yarattığı mahlukatın yaratılışında gördükleri sır ve hikmetlerden Allah Tealâ’nın kemâl sıfatlarına sahip olduğuna intikal ettiklerinden, “Hüve” lafzının yanında bütün manaları kendisinde toplayan Allah ismi zikredilmiştir. “Hüvallah” onlar içindir.

Üçüncü makam: Bu mertebe “ashâb-ı şimal: Allah’ı ve ahiret gününü inkâr eden, zevk ve sefalarına düşkünlüklerinden Âlemlerin Rabb’inin hükümranlığını reddeden kimseler”in makamıdır. Bu, makamların en düşüğüdür. Bunlar, varlığı mutlak olan zatın birden çok olabileceğini söylemiş; şirk sapkınlığına düşmüşlerdir. Bunlara bir reddiye ve iddialarını boşa çıkarmak için önceki lafızlara “Ehad” ilave edilmiştir.

Böylece ayet-i kerimenin meali şöyle tamamlanır: “De ki: O, Allah birdir.”

Hakikate hidayet edecek olan ancak O’dur. Ve en doğrusunu ancak O bilir.

(Tefsîr-i Kebîr; Rûhu’l-Beyân; Bahru’l-Medîd; Râğıb el- Isfahanî, Müfredât; Abdülkerim el-Kuşeyrî, Letâifu’l- İşârât; Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)



Semerkand Dergi Logo