Görüş Bildir

Kadir Kıymet

Rabbimiz Kur’ân’da şöyle buyuruyor: “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler...” (Zümer 67). Bu ayet inanmayanlar için inmiş. Fakat -Allah muhafaza- sanki bizler de bu korkutucu hükmün içine girmeye başladık. Biz de uzun süredir Allah’ı ve dinini hakkıyla takdir edemiyoruz.

Önemsizlik özensizlik

İki asır evvelinden kuvvetsizlik ile başlayıp şahsiyetsizliğe kadar düşen bir süreç içinde yaşıyoruz. Şuna buna, paraya pula, kariyere şöhrete, makama mevkiye, eşe dosta verdiğimiz kıymeti imanımıza vermiyoruz. Sanki -hâşâ- iman önemsiz bir şey! Ya da imanı çantada keklik bir şey sayıyoruz. “Ben müslümanım” deyince yaptığımız her şeyin hak olacağını sanıyoruz.

Yani zaten imanımız var, o hâlde istediğimizi yapabiliriz, nefsimize uyabiliriz, istediğimizi okuyup yazabilir, siyaseti ticareti istediğimiz şekilde yapabiliriz sanıyoruz. Bize güya herşey caiz oluyor. Nitekim Osmanlı âriflerinden Ahmed Âmiş Efendi k.s., kanun sazı çalan bir dervişine öyle demiş: “Evlâdım, şu kanunun üstüne düştüğün kadar Allah’ın üstüne de düşsene!”

Bu önemsememe hâli maalesef sadece istikameti değil, gittikçe itikadı da bozuyor. Kafasına göre din yaşayanın dini aslında “kafa dini” oluyor. Hak din olmuyor.

Biz tevhidin diline karşı da özensiz, dikkatsiz ve meraksızız. Yabancı kökenli ve yaban köklü “empati” demeyi hemen öğrenip, “takva” demeyi unutuyoruz. “Etik” dediğimiz şeyin “ahlâk”tan apayrı olduğu da bizi pek ilgilendirmiyor. Çünkü birisi Batılı bir kelime, o daha moda ve şık duruyor. Oysa Hz. Mevlâna k.s. buyurur: “Kalp deniz, dil kıyıdır. Denizde ne varsa kıyıya o vurur.”

Dile giren dîle de girer. Yani kişinin dili neye alışırsa, kalbi de ona alışır. Tevhid kalptedir. O hâlde o ummanın kıyısı olan lisana da tevhid dalgaları vurmalıdır. Yani tevhidin de bir dili vardır. “Tevhid” kavramının kendisi bile öyledir. Cami mimarisinden hat sanatına, müzikten zikir halkasına, şiirden halı dokumaya kadar tevhid her şeyimizi belirler.

Allah’a ve dinine kıymet vermemek demek, onu önem sırasında başka şeylerin arkasına almak demektir. Cep telefonunun ıncığını cıncığını bilenler, bir pop şarkıcısının her gününü takip edenler, bir futbol kulübünün bütün kadrosunu ezbere bilenler, bir akaid kitabını eline alıp, “Biz neye inanıyoruz? Allah kimdir, Rasulullah kimdir, Kur’an nedir, melekler nedir, kaza ve kader ne demektir, ahiret nedir?” sorularının cevaplarını öğrenmiyor. Akşama kadar siyaset, spor, para dedikodusu yapanlar, Mevlâmızın ve Nebiyyi Zîşân Efendimiz’in sohbetini yapmıyor. Sosyal medya saçmalıklarıyla saatlerini geçirenler günde bir ayet, bir hadis, bir kelâm-ı kibar öğrenmiyor. İlmihalde bilmediklerini merak edip sormuyor, okumuyor.

Ağzımızdan Allah kelimesi, ayetler hadisler çıkıyor ama bereketi olmuyor. Çünkü o güzel ismi ve yüce fermanları kalben kasdetmiyoruz. Bildiğimizi yapmıyoruz. Samimiyetimiz yok. “El görsün, kim olduğum belli olsun, bildiğimi satayım” gayretiyle dinin ve Allah’ın dedikodusunu yapıyoruz.

Oysa Rabbimiz bize şahdamarımızdan yakın olduğunu buyurmuş. Bu kadar konuşacağımıza O’nu hakikaten ansak, O’na yakınlaşma vesileleri arasak, O’nun muradına uymaya çabalasak daha iyi değil mi? Ankara’daki bazı dostlarımız kar yağınca ormana gidip aç kalan kurtlara yiyecek veriyorlar. Bu davranış, kalpten gelmeyen binlerce kelime konuşmaktan, bin kitap okumaktan daha güzel bir iş değil mi?

Din burada, biz nerede?

İki asırdır dinimiz var ama biz yokuz. Rabbimiz’in de, Peygamber Efendimiz’in de, imanın da, itikadın da, insan olmanın da kadrini bilmiyoruz. En eğitimli olanımız bile temel inanç esaslarından habersiz. Daha da kötüsü bu cehaleti önemsemiyor. Önemsemediği için onu giderecek yollar aramıyor. Üstelik bilmediği şeyleri iddia ediyor.

Allah’ın kadrini unuttuğumuz, yani ona yakîn ile bağlanamadığımız için en önemli konuları ayrıntı, en basit konuları ise çok büyük işler gibi görüyoruz. Zaten kişinin kalbinin ahvali, neye ne kadar kıymet verdiği ile anlaşılır. Kişi kime kıymet veriyorsa onun dostudur. Kimin kadrini biliyorsa onun ehlindendir. “Kadir” kelimesi ile “takdir”, “kader” ve “mikdar” kelimeleri aynı kökten gelir. Demek ki kişi Rabbi’nin ona takdir ettiği kader içinde neye ne ölçüde muhabbet duyduğuna, değer, üstünlük verdiğine göre kadir kıymet sahibi olur.

Bir kişinin kadrini bilmek aynı zamanda o kişinin ölçülerine uymak demektir. Biz ise Mevlâmız’ın ve Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in ölçüsü elimizde olmadığı için karşılaştığımız olaylarda, bilgilerde, düşüncelerde kafamıza göre karar veriyoruz. Okuduğumuz okulların, mesleklerin, mensup olduğumuz grupların esiri oluyoruz. Şu kusurlu eğitimden aldığımız eksik bilgileri, kuru bir diplomayı başka her ölçüden üstün tutuyoruz.

Hakkı bâtılla eşleştirme hastalığı

Geçmişe bakışta da kadir kıymet ölçümüz yok. Geçenlerde dindar bir profesöre rastladım. Gençlerle konuşuyordu. Osmanlı’da aristokrasi olduğunu ve bunun çok iyi bir şey olduğunu anlatıyordu. “Avrupa’daki aristokrasi de çok iyidir” diyordu. Oysa Osmanlı’da aristokrasi yoktur. Ehl-i Beyt’in ve Osmanoğlu ailesi dışında kimsenin soyu üstün tutulmaz. Hatta o kadar yoktur ki, Osmanoğulları neredeyse iki yüz sene boyunca kendi soylarından gelenlere, kendi evlatlarına bile kıymıştır. Burada güzelleyecek ne var? Ama ölçü Kur’an, Sünnet ve alimler olmayıp, geçmişi toptan övme veya yerme aşırılığına girince dinimizin kadrinden de uzaklaşılıyor.

Batıcıların bir kısmı açıkça, çoğu ise gizlice dine düşmanlık yapardı. Bugünkü dindar geçinenlerden bazıları ise “Batı’da iyi ne varsa aslında İslâm’da da vardır” gibi bir aşağılık kompleksine sahipler. Onlara göre Batı’da demokrasi varsa bizde de şûra var. Onların bilimi varsa, müslümanların da ilmi var. Batı’da anayasa varsa, bizde de Kur’an var. Bu muadiliyet kafası bizim bugünkü duruma düşmemizin temel sebeplerinden biridir. Çünkü bu eşleştirme hastalığı İslâm’ı odak ve ölçü almaz. Batı’yı ölçü alır. Bu tersten Batıcılık sonucunda bugün çevremizde dindar görünümlü, fakat itikadı bozuk, dili kadar gönlü boş eğitimli kişilerin çoğaldığını görüyoruz.

Bu tür insanların dairede, üniversitede, dükkânda, sokakta, trafikte, çarşıda pazarda diğerlerinden bir farkı yok. Ortam neyi gerektiriyorsa onlar da onu yapıyorlar. Allah ve Rasulü’nün emirlerini seccadeye ve camiye sıkıştırmışlar. Herkes bâtıl Batılı teorileri nass gibi kabul ediyorsa onlar da ediyor. Herkes yalan söylüyorsa onlar da söylüyor. Herkes kibirliyse onlar da öyle davranıyor. Herkes kusurlu malı sağlam diye yutturuyorsa onlar da sahtekârlık yapıyor. Herkes kaba ise onlar da kaba. Peki müminin farkı nerede? İmanın kadri nerede?

Kişi kadrini bildiğine hürmet eder. Allah Tealâ’nın, imanın, dinin kadrini unuttuğumuz için Rabbimiz’e ve O’nun elçisine hürmetimiz de çok eksik. Çoğu okumuş yazmış gencimiz küfür içinde debelenip gitmiş Batılı filozoflara gösterdiği saygıyı Rabbânî âlimlere ve âriflere göstermiyor. Ayetten veya hadisten “malzeme” diye bahseden ilahiyatçılar var. İngilizce iki kelime öğrenip okuduğu kitaplardaki bâtıl modelleri alıp Kur’an’a ve itikadımıza yamamaya çalışanlar var. Aristo ve Eflatun bir şeyler mi söylüyor? Bizimkiler hemen “işte hikmet budur” deyip, iman ölçüsünü terk ederek onlara tilmiz oluverirler. Batılılar rasyonalizmi mi övüyor? Hemen bizde “dinimiz akıl dinidir” diyenler türer. Daha “akıl” ve “rasyonalite” kavramlarının farkını bile bilmeden... Batılı ilahiyatçılar tarihselcilikten mi bahsediyor? Hemen bizde birileri Kur’an-ı Kerim’in -hâşâ- tarihî bir metin olduğunu iddia etmeye başlar. Onlar yorumsamacı felsefeyi mi icat ettiler, bizdekiler de hemen aynı yöne dönüverirler. Bu şekilde bir asırdır hiç utanmadan sıkılmadan Sünnet-i Seniyye’ye yapılan saldırının Kur’an-ı Kerim’e de yapılmaya başlandığına şahit oluyoruz. Ne acı!

Dil ne döylüyor, kalp ne diyor?

Evet, hikmet her şeydedir, herkestedir, her yerdedir. Ama bu, hikmete sahip olanlar içindir. Yani iman nuru ile her şeyin, her oluşun özünü görebilenler için... O öz, o asıl da sadece Rabbimiz’dir. Müslüman her güzele ve doğruya açıktır. Fakat müslüman olmayanlardan örnek almaz, onlardan ibret alır. Hikmet de kadir kıymet ölçüsü içinde elde edilir.

Demek ki bizim iki asırdır sadece cehalet değil, aynı zamanda itikad, hürmet, samimiyet, şahsiyet ve izzet sorunumuz var. Açıkça itiraf edelim: Biz iddiamızın, davamızın adamı değiliz. Kalbimiz konuştuğumuzu kasdetmiyor. Bahsettiğimizle hakikatte ilgimiz yok. Bildiğimizi kılmıyoruz, kıldığımızın hakikatinde değiliz. Sözümüz, işimiz, eserimiz kulluk kokmuyor.

O hâlde hemen silkinip şu rezaletten kurtulalım. “Allah” dediğimizde O’nu kasdedelim. Hürmet, muhabbet ile... Rasulullah s.a.v. dediğimizde hürmet ve muhabbet ile kalbimiz titresin. O’nun sünnetini öğrenip sıdk ile yapmaya çalışalım. Konuşmamızda, yürümemizde, ibadetimizde, uyarmamızda ve ilişkilerimizde... Sünnet’in eseri olan Ashab-ı Güzin efendilerimizi, âlimlerimizi ve âriflerimizi de hürmetle örnek alalım.

Dinimiz bir lakırdı dini değildir. Konuşmaktan ziyade susmakla yaşanan bir dindir. Konuşacaksak da kalp ile dilin birleşmesini emreden bir dindir. O hâlde kalbimizi düzeltelim ki dilimiz de düzelsin.

İki asırdır ikiliğe, ikircikliğe, iki yüzlülüğe fena alıştık. Bir’in kuluna, birlik ehline bu yakışmaz. Dinimizin tam zıddı iki yüzlülüktür, münafıklıktır. Şu hadis-i şerifi hiç unutmayalım:

“Allah Rasulü s.a.v. ‘Din nasihattir (samimiyettir)’ buyurdu. Ashab-ı Kiram, ‘Kime karşı samimiyet?’ diye sorunca buyurdu ki: ‘Allah’a, Kitabı’na, Rasulü’ne, müslümanların idarecilerine ve bütün müslümanlara.’”

Kulluk bir ayrıntı, aksesuar veya hobi değildir. Her sıfat, meslek, iş, yol kulluğa tâbidir. Artık kendimize gelelim. “Kendimiz” dediğimiz “Allah’ın kulu”dur. Bizim unvanımız da, şanımız da, farkımız da budur. Medeniyetimizin, geleneğimizin, ilmimizin, sanatımızın kaynağı yine kulluktur. Şerefimiz de, nimetimiz de budur. İmanın ve kulluğun kadrini bilelim ki Hak Tealâ katında takdir görenlerden olalım.



Semerkand Dergi Logo