Görüş Bildir

Kimlerle Beraber?

“Sırf O’nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için Rablerine sabah akşam yalvaranlarla beraber, sıkıntılara karşı candan sabret. Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme.” (Kehf 28)

İlk müslüman olanlar arasında Habbab b. Eret, Bilal-i Habeşî, Ammar b. Yasir, Amir b. Füheyre, Süheyb, Selman-ı Farisî -Allah hepsinden razı olsun- gibi köle ve fakir sahabiler bulunmaktaydı. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri Hz. Peygamber s.a.v.’e gelip dediler ki:

– Kavmini bırakıp bunlara mı razı oldun? Biz bunlara mı tâbi olacağız? Eğer onları yanından uzaklaştırırsan gelir oturur, konuşur, tâbi oluruz.

Rasul-i Ekrem Efendimiz s.a.v.,

– Ben müminleri kovmam, buyurdu. Onlar da;

– Öyleyse onları biz geldiğimiz zaman uzaklaştır. Biz kalktıktan sonra dilersen tekrar onlarla oturursun, dediler.

Efendimiz s.a.v. müşriklerin böylece iman edeceklerini umduğu için bu fikre sıcak baktı. Sahabilerden bazıları da bu işin yazıya dökülüp kayda alınmasını isteyince, Efendimiz s.a.v. Hz Ali r.a.’ın bir kâğıt ile yanına gelmesini istedi. Bunun üzerine girişte mealini verdiğimiz ayet-i kerime nâzil oldu. Efendimiz s.a.v. de elindeki kâğıdı yere atarak müşriklerin isteğini reddetti.

Kaynaklarımıza göre müşriklerin ileri gelenlerinin ayrı olarak Efendimiz s.a.v.’in huzuruna kabul edilmesi fikri ilk olarak Hz. Ömer r.a.’dan çıkmıştır. O, “Ya Rasulallah dediklerini yapsan da ne yapacaklarını görsek” demişti. Ayet nâzil olunca da Efendimiz s.a.v.’den özür dilemiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb 12/540)

Bir hayır ümidi

Ayet-i kerimenin tefsirine geçmeden önce şunu belirtelim: Ayetlerin iniş sebebi bir hadise, bir soru ya da özel bir durum nedeniyle olsa da ifade ettiği anlam, içerdiği hükümler geneldir; yalnızca nüzulüne sebep olan hadise etrafında değerlendirilemez.

Hz. Peygamber Efendimiz s.a.v. ashabından kimseyi birbirinden ayırmamış, fakir veya köle diye yanından uzaklaştırmamıştır. Sadece Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerine ayrı bir vakit tayin ederek onlarla ilgilenmeyi düşünmüştür. Çünkü peygamberlik vazifesinin gereği olarak onların da hidayetine vesile olmak istiyor; belki onların İslâm’la müşerref olmasıyla birçok kimsenin iman edeceğini ümit ediyordu. Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî rh.a. bu hadiseyle alakalı der ki:

“Belli ki Allah Rasulü s.a.v. engin merhametiyle niyetini şu yönde kurmuş: Bu kararla ne fakirleri incitmiş olur ne de onları dünyevî veya uhrevî bir zarara uğratmış olurdu. Onlar zaten müslümandı ve bundan etkilenmezdi. Fakat bu isteği dile getiren müşriklerle özel olarak ilgilenilmediği takdirde iman etmeyecekler, ahiretleri harap olacak, zarar göreceklerdi. Bu durumda Allah Rasulü s.a.v. iyi ile en iyi arasında iyi olanı tercih etmiş, fakat ayet-i kerimeyle en iyi olanı yapmaya sevk edilmiştir.”

Bu ayet-i kerime ile Allah Tealâ, Hz. Peygamber s.a.v.’in şahsında tüm iman ehline sabrı emir ve tavsiye ediyor. Gerçek manada Hakk’ın rızasına tâlip olan, başka hiçbir gaye gütmeyen hakikat erleriyle birlikte, bir arada ve candan sabretmeyi...

Hayırlı bir topluluk içinde

Ayet-i kerimede “Rablerine sabah akşam yalvaran ve yalnızca O’nun cemâlini ve rızasını isteyenler” diye bahsedilenler Sahabe-i Kiram Efendilerimizdir. Buna göre ayet-i kerime, Sahabe-i Kiram’ın niyetinin hak rızası olduğuna ve sabah akşam Rablerine kulluk ettiklerine dair bir tescil ve takdir niteliğindedir.

Meallerde Allah rızası olarak çevrilen “vechullah” ifadesinin delalet ettiği anlam, imanın kalplerde tam manasıyla yerleşmiş olmasıdır. Bu hal ihlâs makamının zirvesidir. Gayenin ilahî rıza olduğu, dünyalık mal, makam mevki, itibar olmadığının tescilidir. Ayet-i kerimedeki “sabah akşam dua ederler” ifadesi daimî dua ya da namaz şeklinde tefsir edilmiştir. (Muhammed Mütevellî eş-Şa’râvî, Tefsîr-i Şa’râvî, 6/3649)

Ayet-i kerime, müminler olarak kimlerle beraber olmamız, ne tür bir niyete sahip insanlarla bir arada bulunmamız gerektiği sorusuna cevaptır. Gayesi Allah Tealâ’nın rızası olan insan, daima nefsinin talepleriyle karşı karşıyadır. Bu talepler ile ilahî emirler arasında gelgitler yaşar ve bu durumda nefsine ya muhalefet eder ya da yenik düşer.

İnsanın tâlip olduğu şey ne kadar kıymetliyse ona ulaşmak için çekeceği meşakkat de o denli azim ve sabır ister. Hak yolunun yolcusu sabır vadisinden geçmeden, selamet menziline ulaşamaz.

Ayet-i kerimede vasıfları övülen bir toplulukla sadece kalben birlikte olmak yetmez; zâhiren de böyle Hak ve hakikat ehli bir cemaatin içinde bulunmak gerekir. Büyük sûfîlerden İmam Kuşeyrî k.s. der ki: “Cenab-ı Hak ayet-i kerimede ‘kalbinle sabret’ buyurmadı; çünkü Allah Rasulü s.a.v.’in kalbi daima Hak ile beraberdi. Bizler her an kalben Hak ile olamadığımız için bedenen o insanlarla birlikte olmayı terk etmemeliyiz.”

İtibarlı olan kim?

Kureyş müşriklerinin nazarında hor ve hakir görülse de Sahabe-i Kiram Efendilerimizin Allah Tealâ katındaki kıymetleri ayet-i kerimede açıkça belirtilmiştir. Öyleyse sâdık ve ihlâslı mümin için esas olan Rabbinin rızası ve O’nun nazarındaki kıymet ve itibarıdır. Mal mülk, makam mevki sahibi, çok yerlerde sözü geçen, fakat Hak’tan uzak kimselerin ne düşündüğünün Allah indinde bir kıymeti yoktur.

Âlemlere rahmet Efendimiz s.a.v. bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Nice saçı dağınık, toz toprağa bulanmış, kapılardan kovulmuş kimseler vardır ki, Allah’a yemin edecek olsalar, Allah onların yeminini boşa çıkarmaz, onları doğrular.” (Müslim, 2622). Yani görüntüsü ve konumu itibariyla aşağılanan, dışlanan nice insanlar vardır ki Allah Tealâ onlara değer verir, sözlerini yerde bırakmaz, onları haklı çıkarır. Dolayısıyla insanı Allah katında değerli kılan şey kulluğu, ihlâsı ve Rabbi’nin rızasını talep etmesidir.

Kureyşli müşrikler Allah Rasulü s.a.v.’in fakir ve zayıf olanlarla aynı mecliste bulunuşunu bir düşüklük sayıyorlardı. Kendileriyle beraber olmasının ise bir şeref ve övünç kaynağı olacağını ima ediyorlardı. Ayet-i kerimenin de ikazıyla Allah Rasulü s.a.v. de fakir ve zayıf müslümanların ilim ve zikir halkasına oturuyor ve Rabbine şöyle hamdediyordu: “Ümmetimin içerisinden kendileriyle beraber bulunup candan sabretmekle emrolunduğum insanları var eden Allah’a hamdolsun. Hayat sizlerle, ölüm sizlerledir.” (Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, 7/24)

Gözler kimi arar?

“Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerini onlardan çevirme.” ifadesi hakkında İmam Maturidî rh.a. şu manaya dikkatimizi çeker: “Burada denilir ki, şayet sen onları dikkate alıp dediklerini yapacak olursan, senin bu davranışın dünya hayatının süslerini arzulayan insanların tutumu gibi olur.”

Şu halde halkın eşrafı sayılan, zengin ve dünya derdiyle meşgul olan kimselerle oturup kalkmak ve bununla itibar kazanılacağını düşünmek, ayet-i kerimede “dünya süslerinin arzulanması” şeklinde ifade edilmiştir.

Büyük müfessir ve tarihçi Muhammed et-Taberî, “gözlerini onlardan ayırma” ilahî fermanını, “Sana iman edenler dururken gözün başkalarına kaymasın, seninle olanları diğerlerine tercih etme!” şeklinde tefsir etmiştir. Şu halde müminler de dinini yaşamaya çalışan, sırat-ı müstakim üzere olmaya gayret eden insanlarla beraber olmalıdır.

İmam Kuşeyrî ks. de bu kısmın manevi işaretlerini şöyle açıklıyor: “Madem ki onlar Allah Tealâ’ya kalpleriyle yöneldiler, O da Rasulü’ne gözlerini onlardan ayırmamasını, nazarından mahrum etmemesini emretti. İşte bu çabuk gelen mükâfattır. Biz bugün senin nazarını onlar için kendimize vesile kıldık, dünyada bize bakamamalarının bedeli olarak senin nazarını verdik. Nazarlarını onlardan eksik etme. Muhakkak ki biz yarın bize nazar etme hususunda onları engellemeyeceğiz, cemalimizle şerefyab edeceğiz.”

Bu ayet-i celilenin işaret ettiği bir incelik de şudur: Hüküm koyan Allah Azze ve Celle’dir. O’ndan gelen hükümlerin muhatabı ise insanoğludur. Ayette bahsedilen müşrikler ise teslimiyet ve kabul göstermek yerine hüküm koyma yetkisini kendilerinde gördüler. İlahî hükümleri kendilerine göre şekillendirme çabasına girdiler. Allah Azze ve Celle de onların hükümlerini kabul etmediğini, hak terazisini kurmak üzere peygamberini gönderdiğini onlara bildirdi. (Tefsîr-i Şa’râvî 14/8881)

Gafil bırakılanlar

“Kalbini bizi zikretmekten gafil bıraktığımız kimseler...” ifadesinden şu anlaşılmamalıdır: Sanki onlar zikretmek istediler de Cenab-ı Hak onları engelledi. Durum böyle değildir. İmam Maturidî rh.a.’in de açıkladığı üzere bu ifadenin manası şudur: “Yani onların küfrü ve inkârı seçmeleri sebebiyle kalplerinde küfrün karanlığını yarattık.” (Ebu Mansur el-Maturidî, Te’vilatü Ehlü’s-Sünne, 7/163)

Fahreddin Râzî rh.a. de ayetin tefsirinde şunları kaydeder: “Ayet-i kerime bir gerçeğe delalet eder. İnsanın en şerli hali kalbinin Hakk’ın zikrinden boş olup, halkla meşgul olmaya sürükleyen nefsin istekleriyle dolmasıdır.”

Kendisine bazı dünyalık nimetler verilen insan hakikatleri unutma, sahip olduğu hakiki nimetlerin ve kaçırdıklarının farkına dahi varamama hastalığına müptela olur. İşte bu da kalbin gafil bırakılmasıdır. İlahî nurla dolmayan kalp ise zulmetin menbaı olur. O kalp artık manevi olarak günah mikropları üreten bir kaynağa dönüşür. Sonunda da Hak’tan yüz çevirip halk ile hemhal olur. Mâlâyani şeylere dalarlar. Nimetlerle meşgul olup nimet vereni unuturlar. Kalpleri dağınık, çirkin düşüncelerde sabitlenmiş ve Rablerini görmekten mahrumdurlar. İbn Acîbe el-Hasenî rh.a.’in dediği gibi; “İnsanı bu noktaya sürükleyen Cenab-ı Allah’ın verdiği kalp gafletidir. Öyle ki kişiye, üstünlüğün güzel yemeklerle, giysilerle bedeni süslemek değil, kalbi güzelliklerle bezemekle olduğu görülmez hale gelir.”

Ayet-i kerimeden dersler

Ayet-i kerimeden çıkaracağımız dersleri maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz.

• Ashabı Kiram Efendilerimiz sıradan insanlar değildir. Onlar Cenab-ı Hak katında değerli oldukları gibi müminlerin gönüllerinde de ayrı yere sahip olmalıdır. Onlara değer vermeyenler değersizdirler.

• Allah Tealâ’nın hükümleri karşısında herkes eşittir. Zenginliğin, prestijin, makam mevkinin bir önemi yoktur. Allah’ın hükmü karşısında zengin fakir, yönetici memur, soylu ve sıradan kişi aynı muameleyi görür.

• Mekânları, meclisleri kıymetli kılan, Allah Tealâ’nın sevdiği işleri yapan, O’nun rızasına tâlip olan ihlâslı kulların varlığıdır.

• Kul Rabbine karşı samimi, ihlâslı olursa O da onu mahzun ve mahcup etmez, kadrini yüceltir.

• Allah Tealâ namına yapılan işten dünyevî beklentilerle yüz çevrilmez, çevrilmemelidir.

• İslâm; davası hak olan, ameliyle Allah’ın rızasına ulaşmaya çalışan güçsüzün yanındadır. Nefsinin aşırılığında boğulan, dünyayı Âlemlerin Rabbi’nin sunduklarına tercih edenlerden ise uzaktır.

• Hakk’a kulak tıkayanların kalpleri Allah’ın zikrine, Kur’an’ına, hükümlerine karşı gaflete düşer. Bu gaflet de dalâlete sürükler. (Vehbe Zuhayli, Tefsîrü’l-Münîr, 15/245)

Her şeyi hakkıyla bilen, hakikatine vakıf olan Allah en doğrusunu bilendir.

hal dili’ne konulsa iyi olur

İmam Tüsterî k.s. der ki: Gaflet; tembellik ve aylaklıkla vakti boşa geçirmektir. Kalbin bin ölümü vardır; yapılan amel ve kulluğa göre kalp manevi olarak ölür. Bu ölümlerin sonuncusu da Allah Azze ve Celle’den tamamen ayrılmasıdır.Aynı şekilde kalbin bin hayatı vardır. Bunun da son noktası Allah Azze ve Celle’ye kavuşmaktır.İşlenen her günah kalbi bir kez öldürür. Her sâlih amel ve ibadet de kalbe bir hayat verir.



Semerkand Dergi Logo