Görüş Bildir

Tavan Arası

Kitaplar Arasında

Seyahatnamelerin İzinde

Seyahatnamelerin kitaplar içinde ayrı bir yeri vardır. Çünkü sizi gitmediğiniz ülkelere götürür, hiç görmediğiniz memleketlerden, yaşamadığınız çağlardan haberler, bilgiler getirir. Özellikle eski seyahatnameler, bugünleri inşa eden geçmiş asırların havasını teneffüs ettirir.

Mesela bundan yedi sekiz asır evvel İslâm dünyasını dolaşmış olan İbn Cübeyr ve İbn Battuta’nın gözünden o dönemin insanları, sosyal dokusu hakkında paha biçilmez bilgiler elde ederiz. Alışkanlıkları, ahlâkları, “öteki” ile münasebetleri... Bu seyyahların görüştüğü idarecileri, âlimleri hatta padişahları hiçbir tarih kitabında bulamayacağımız yönleriyle tanımış oluruz.

Seyyahlardan bahsederken, İslâm tarihinin erken asırlarında Orta Asya’ya Abbasî halifesinin elçisi olarak giden İbn Fadlan’ı anmadan olmaz. Evliya Çelebi’nin yeri ise apayrıdır. 17. asır Osmanlı coğrafyasını baştanbaşa kayıt altına almış, kendine özgü üslubuyla günümüze ulaştırmıştır.

Günümüze yaklaştıkça seyahatnameler artar. Mercek altına aldıkları alanlar da çeşitlenir. İyi bir seyahatname okuru, asırların içindeki adetlerin benzerliklerini de toplumların ve coğrafyaların karakterini de derinlemesine tahlil imkânı bulur.

Günümüzde teknoloji destekli “gitmeden de görebiliriz” yaklaşımı seyahatnamelerin sunduğu zenginliği vermez. Gitseniz bile her gözün gördüğü ayrıdır. İnsanları, olayları, mekânları bir başkasının tanıklığı üzerinden de görmenin ilginçliğinin yanı sıra, birçok seyahatname aynı zamanda seyahate farklı boyutlar katan bir rehberdir.

Birkaç yıl önce bu köşede, Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi’nin Âdâtü’z-Zâhire min Hâlâti’l-Kâhire adlı eserinden Mısır’a dair tespitlerini aktarmıştık. Beş asır öncesine ait bu tespitlerin ilginç olanlarından biri, Kahire’de halkın geneline sirayet etmiş tembellik idi. Aynı tespiti Târih-i Cedîd-i Mısır adlı eserde de görünce hayret etmiştim. Geçtiğimiz yıllarda birkaç kez ziyaret etme imkanı bulduğumuz Kahire’nin, eski kitaplarda anlatılan bu özelliğini aynen hatta belki katlayarak devam ettirdiğini görmek bizi şaşırtmıştı. Fakat biz yine de belli sebeplere bağlayarak hali yorumlamaya çalışmıştık.

Geçtiğimiz günlerde elime Ahmet Kazım Ürün’ün Üç Kıta Yirmi Üç Ülke* adlı seyahatnamesi geçti. 80’li yılların sonunda Kahire’ye misafir öğretim üyesi olarak giden Ürün, Kahire günlerini kayda geçirmiş. Bakın neler yazmış:

“Kahire’de resmî çalışma saatleri 08.00-14.00 arasıdır. Hafta sonu tatili Cuma’dır. Bankalarda 08.30-12.30 arası ve tatil Cumartesi Pazar günleridir. Ticarî kuruluşlarda ise mesai saatleri 08.30-13.30 ve 16.30-19.00 arası olup, tatil Cuma günüdür. Fakat bir müddet kaldığım Kahire Üniversitesi öğrenci yurtlarındaki hizmetliler ve diğer bazı resmî kurumlardaki personelin bu resmî çalışma saatlerine hiç uymadıklarını gözlemledim. Size komik gelecek ama yazmadan edemiyorum. Kaldığım bloğun hizmetlileri saat 09.30’da yurda geliyorlar. 15-30 dakikalık bir çalışmadan sonra bahçede çay sohbeti başlıyor. Bu, yapılan işin aksine bir iki saat sürüyor. Akabinde kalkılıyor ve eve dönüş hazırlıkları başlıyor. Böylece bir mesai günü bitmiş oluyor.”

Birkaç yıl evvel, Kahire’den Türkiye’ye taşınmış Mısırlı bir tanıdığıma “Mısır ile Türkiye arasında ilk dikkatini çeken fark ne?” diye sormuştum. Hiç düşünmeden cevap verdi: “Hız!” dedi. Sonra devam etti: “Burada her şey çok hızlı. Memurlar çok hızlı çalışıyor. Bir belgeyi günde on kez isteseniz size veriyorlar. Kahire’de bir ay gideriz hâlâ belgemiz çıkmış olmaz.”

Demek ki seyahatnameleri sadece yazıldığı zamanın tanıklıkları olarak değil, bugünü anlamada da kıymetli vesikalar olarak görmek gerekiyor.

* Ahmet Kazım Ürün, Üç Kıta Yirmi Üç Ülke, Çizgi Kitabevi, Konya, 2015, s. 17

Latifeler

Zülfü Yâre Dokunmak

Latifeler deyince hep ecdadın hatıraları akla gelir. Son asırda eski nesillerin sözünden, şiirinden pek anlamaz olduğumuzdan mıdır, şairlerin latifelerini unuttuk gittik. Şiir, latife/mizah kelimeleri bir arada zikredilince, tabii olarak akla hiciv de gelir. Çünkü tebessüm ve eleştirinin en yüreğe dokunanı, asırlar boyunca hiciv muhtevalı şiirlerde kendini göstermiştir. Bu yönüyle öne çıkmış birçok usta şair vardır. Mesela Bağdatlı Ruhî, Şair Nef’î, Haşmet, Ziya Paşa ve Neyzen Tevfik hicivleriyle ilk akla gelen şairlerimizdir. Merhum Necip Fazıl’ın da “Hiciv ve Öfke” adıyla bu tür şiirlerini topladığı bir eseri vardır.

Şiir, yerinde ve tadında hicivle buluştuğunda kınından çıkmış kılıç olur. Bu yüzden Osmanlı devrinde bazı şairler sürgün edilmiş, bazıları vazifelerinden azledilmiş. Fakat şairler yine de hicvetmeye devam etmişler. İyi bir hiciv şiiri sadece eleştirmez, pek çok hikmetli söz de barındırır. Az evvel adı geçen şairler aynı zamanda hikmetli mısralarıyla da bilinirler.

Sözü uzatmadan son asırdan iki şairin hiciv şiirlerinden birer kıta okuyalım. İlki nasihatle başlıyor:

“Dokunma incitirsin, çok naziktir zülf-i yâr
Dokunan perîşandır, dokunmayan bahtiyâr.
Dağınık olsa dahi sen onu taranmış gör
Hıyar olma, uyar ol; o zaman karnın doyar.”

Sonra, bu oturaklı dörtlüğün şairi Çizmecizâde Osman Özkişi (v. 1986) sözünü şöyle sağlama alıyor:

“Fakat asla bu sözle ‘dalkavuk ol’ diyemem
Bir lokma ekmek için zillete baş eğemem.”

Şairimizin bu sözlerinden haberi var mıdır, bilemeyiz. Fakat bir diğer şairimiz Namdar Rahmi Karatay (v. 1953) da sanki bu şiire cevap veriyor:

“Ey hakikat sen ki bana elâlemden yakınsın
Hiç kimseyle sözüm yok, haksız olan sakınsın.
Ben yazayım doğru bir söz, her mecliste okunsun
Niçin seni yolsunlar da eller sorguç takınsın?

Zülf-i yâre dokunurmuş, dokunursa dokunsun
Al kaşağı, gir ahıra, yarası olan gocunsun.”

Evet; hicivlerimiz, mizahî şiirlerimiz unuttuğumuz hazinelerimiz. Kanaatimizce sözün bu kadar düştüğü bir zamanda, hem yerli yerinde söylenmiş hem de şöyle biraz sarsıp silkeleyen deyişleri keşfetmeye büyük ihtiyaç var.

Hikmet Ehlinden

İlâhî Azrâil cânım alıcak
Cânını tez veren kulundan eyle.
Fenâ mülkten bekâ mülke göçerken
İman ile göçen kulundan eyle.

İletüben kabr evine koyalar
Anda Münker Nekir ile geleler
Tanrın peygamberin kimdir diyeler
Âsân cevap veren kulundan eyle.

Âsân cevap vermez ise dilimiz
Katı müşkil olur anda hâlimiz
Sırat köprüsüne uğrar yolumuz
Sırat’ı tez geçen kulundan eyle.

Sırat’ı tez geçen kullar kurtula
Münafıklar yüz üstüne sürtüle
Hep kişinin hayrı şerri tartıla
Hayrı ağır gelen kulundan eyle.

Rabbim nazar eder ise kuluna
Tamu değmez onun hiçbir kılına
Salına salına cennet iline
Ön saf ile giden kulundan eyle.

Eyâ Muhyî nedir senin maksudun
Her ne diler ise Kâdir Mabudun
İlâhî dilerim yetir maksudum
Cemâlini gören kulundan eyle.

Muhyî k.s. (v. 1605)



Semerkand Dergi Logo