Görüş Bildir

Tavan Arası

Kitaplar Arasında

Fesat ve Salâh

“İslâm” ve “iman” kelimeleri temelde kulun Rabbiyle olan bağını, O’na teslimiyetini anlatır. Ayrıca barış, güven, emniyet gibi manalara da gelir. Bu bakımdan İslâm’ı seçen kişi anlamında “müslim” veya “müslüman” ile iman eden kişi anlamıdan “mümin” kelimeleri, elinden ve dilinden güvende olunan kişi de demektir.

Böyle sık kullandığımız kelimelerden bir diğeri olan “fetih” de hayli zengin manalar ihtiva eder. Fetih “açmak” demektir ve sadece bir yerin İslâm hâkimiyetine girmesi fetih olabilir. Çünkü artık orası Hakk’a, adalete, sulh ve selamete açılmış demektir. Sulhün hüküm sürdüğü yerde ise “fesat” egemenliğini yitirir. Denilebilir ki, bu kelimeler öyle kolayca aynı anlam çerçevesinde buluşmaz. Öyleyse “fesat” ve “sulh”ü bir de İbrahim Kalın’ın kaleminden okuyalım.

“‘Fesad’ın zıddı olan ‘sulh ve ıslah’, inşa etmeyi, iyi ve doğru olanı korumayı ve yaşatmayı ifade eder. İslâm medeniyetinin temel niteliklerinden biri fesada karşı sulh ve ıslahı, münkere karşı maruf olanı, şerre karşı hayrı ve ihsanı öncelemesidir. Tıpkı nizam ve adâlet gibi, bu kavramlar da hem kozmik düzeni hem de insanî-iradî eylemler düzenini inşa eder ve idamesini sağlar. Kur’an, yaratılış âlemindeki düzen ve ıslahın tevhid ilkesine dayandığına dikkat çeker: ‘Eğer o ikisinde (göklerde ve yerde) Allah’tan başka ilahlar olsaydı muhakkak fesada uğrarlardı.’ (Enbiyâ 22). Varlığın birden fazla kaynağı olsa ve varlık düzeni birbiriyle çelişen ilkelere dayansaydı, orada mutlaka fesad yani bozulma ve çöküş meydana gelirdi. Sonraki bölümde ele alacağımız varlık düzeninin entegral bir bütünlük arz etmesi, onun sahip olduğu düzenin ve sürekliliğinin de zorunlu şartını oluşturur. İtikadî ve amelî düzlemde insanın birden fazla ilaha tapınması da bu yüzden mümkün değildir.

‘Sulh-salah’ kavramının zengin etimolojisi, insanın yeryüzünde kurması ve koruması gereken toplumsal ahlakî düzenin dayandığı ilkeleri vaz’eder. Fesadı yayan ve dünya düzenini bozan ‘müfsidler’in karşısında ıslah ve barışı koruyan ‘salihler’ yer alır. ‘Salih amel’, hem insanın ruhunu temizler ve onu kemale ulaştırır hem de dünyada iyi ve güzel olanı muhafaza eder. (En’âm 48; A’râf 35). İslâm hukukunun temel kavramlarından biri olan ‘maslahat’ da sulh ve salah kökünden gelir, insan ve toplum için doğru ve faydalı olan şeyleri ifade eder. Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu ‘maruf olanın emredilmesi, münker olanın nehyedilmesi’ de aynı ilkeden neşet eder: İnsan yeryüzünde fesad çıkarmaktan menedilmiş; sulhu, barışı, marufu ve marifeti kurmak ve korumakla mükellef kılınmıştır. Sulh, ıslah ve marifet olmadan medeniyet kurulamaz.”

(İbrahim Kalın, Barbar-Modern-Medenî; İnsan Yay., İstanbul, 2018, s. 148, 149)
 

Latifeler

İsim Deyip Geçme!

Tarihimizin şimdiye kadar hak ettiği ilgiyi görmemiş sayfalarından biri de ilim geleneğimizdir. Her birine dair ciddi müktesabat ortaya koyduğumuz ilim dalları ve âlimlerimiz hakkında onları yeni nesillere mal edecek, sevdirecek ölçekte çalışmaların yapılmış olduğunu ne yazık ki söyleyemiyoruz. Ancak alana ilgili, meraklı okurları ve araştırmacıları belli seviyede tatmin edecek araştırmalar var.

Kapsamlı çalışmalar derken, mesela sadece “icazet silsileleri” bile bize nice uzak beldeler, âlimler ve nesiller arası irtibatı gösterir, bazen de hayrete düşürür. Sonra her bir âlimin memleketi, yolculukları, yaşadıkları döneme dair tanıklıkları, hatta asıl isminden ziyade bir künye veya nisbe ile şöhret bulmuş olmaları... Bilirsiniz; Buhârî, Teftezânî, Mısrî, Arabî gibi isimler gerçekte o zatların ismi değil, doğdukları veya yaşadıkları şehre atfen söylenmiş nisbeleridir. Ayrıca Ebu Hanife, Ebussuud gibi isimler de isim değil, künyedir. Bazıları da Fahrüddin, Şemsüddin, Ahfeş, Cârullah gibi lakaplarla tanınır ve her birinin bir hikâyesi vardır.

Künyeler aslında ilk çocuğun ismine göre verilse de, bazı ilginç sebeplerle de verilmiştir. Mesela Efendimiz s.a.v. tarafından iki güzide sahabiye verilen “kediciğin babası” anlamında “Ebu Hüreyre” ve “toprağın babası” anlamında “Ebu Turab” böyledir. İmam-ı Azam hazretlerinin de Hanife diye bir kızı yoktur. Bu künyenin divit manasına gelen hanife kelimesinden geldiği kaynaklarımızda kayıtlıdır.

Görüldüğü üzere ilim tarihimizde daha âlimlerimizin isminden başlayarak öğrenilebilecek nice incelikler, hoşluklar var. Söz buraya gelmişken Hanefî mezhebine dair tabakat kitapalarında geçen bazı latifeli isimlendirmelerden birkaç misal verelim.

Kızkardeşinin oğlu

Hanefî mezhebinin doğduğu şehir Kûfe’dir. Irak coğrafyasından sonra Horasan ve Maverâünnehir, Hanefî mezhebinin uzun asırlar boyunca en çok âlim yetiştirdiği bölgelerdir. Öyle ki tabakat kitaplarında birkaç asır boyunca neredeyse sadece bu bölgeden yetişen âlimlerin ismini görürüz. Dolayısıyla bu âlimler aynı hocalardan okumuşlardır. Bu sayede Semerkand, Buhara, Merv, Tirmiz ve Serahs gibi şehirler fıkıh ilminin gülistanı olmuş, neredeyse her aileden birkaç büyük âlim yetişmiştir. Bu durum bazı özel isimlendirmelere de sebep olmuştur. Tabakât kitaplarındaki “Hâherzâde” ismi böyledir. Manası kızkardeşinin oğlu demektir. Çünkü kendisinden önce dayısı, şöhret bulmuş bir âlimdir. Mesela Ebu Bekr Muhammed b. Hüseyin (v. 483/1090), Kadı Ebu Sâbit Muhammed’in yeğenidir ve “Hâherzâde” olarak anılır. Hak Tealâ cümlesine rahmet eylesin.

Kitabını şerhetti, kızını aldı!

“Hâherzâde” lakabından da anlaşıldığı üzere Semerkand ve Buhara bölgesinde Hanefî fakihlerinin evlerinden büyük âlimler çıkmıştır. Tuhfetü’l-Fukahâ adlı fıkıh kitabının müellifi Ebu Bekr Alaeddin Muhammed Semerkandî’nin kızı Fatıma Semerkandî de Hanefi mezhebi fukahasındandır. Melikü’l-Ulema İmam Kâsânî de Muhammed Semerkandî’nin yanında okumuş ve kızıyla evlenmiştir. Tuhfetü’l-Fukaha o döneme kadar tertibi bakımdan ayrı bir özelliğe sahiptir. Damadı da bu tertibe bağlı kalarak meşhur Bedâiü’s-Senâi adlı eseri yazmış ve hocası çok beğenmiştir. Eser aslında hocasının kitabının şerhi olmasa da büyük imam, “eserini şerhetti, kızını aldı” latifesi ile anılmıştır.

Bir ev iki büyük imam

Hanefî mezhebinde Usûlü’l-Pezdevî adıyla meşhur kitabın sahibi Fahrü’l-İslâm Ali Pezdevî’nin (v. 482/1089) kardeşi Muhammed Pezdevî de (v. 493/1100) eserleriyle bilinen bir Hanefî fakihidir. Fahrü’l-İslâm Pezdevî, zorluğun babası anlamında “Ebu’l-Usr” diye anılmıştır. Çünkü eserleri ağır bir dille yazılmış, ancak erbabı tarafından anlaşılacak derinliktedir. Kardeşi Muhammed Pezdevî ise kolaylığın babası anlamında “Ebu’l-Yüsr” olarak anılmıştır. Çünkü onun eserleri daha kolay anlaşılmıştır.
 

Hikmet Ehlinden

Hadden aşdı iştiyakın yâ Rasûl göster cemâlin
Yakdı beni iftirâkın yâ Rasûl göster cemâlin.

Beni bu derd ü bu hicran âhir öldürür ne derman
Sana kurban edeyim can yâ Rasûl göster cemâlin.

Feleğe çıkdı figânım yaş ile bir oldu kânım
İştiyakdan yandı canım yâ Rasûl göster cemâlin.

Çün beni saldın bu derde nazar et halime zerre
Nice bir hicab u perde yâ Rasûl göster cemâlin.

Abdülmecîd Sivâsî k.s.

İştiyak: Arzu, şevk.
İftirak: Ayrılık.
Âhir: Son, (burada) en sonunda.
Çün: Mâdem, nitekim.
Hicab: Perde, örtü.



Semerkand Dergi Logo